Peki Ya Adaleti Nereye Koyacağız? – Av. Mert Ekinci

Peki Ya Adaleti Nereye Koyacağız? – Av. Mert Ekinci

Siyasetin mahkeme salonlarını dizayn ettiği ülkemizde o salonlardan adaleti çıkartalım çıkartmasına ama peki nereye koyalım? Nerede koruyalım? Guizot gibi muktedir olduktan sonra devr-i sabıkları yemek için mi “adaleti”kullanmayı bekleyelim, yoksa koşullar ne olursa olsun adalet mücadelemizi mi büyütelim?

3 Kasım 2002. Türk siyasal hayatında sahneye yeni çıkan AKP’nin ilk kez seçim kazandığı gün olarak tarihe geçti. O dönemin seçim anketlerinin birçoğu AKP’nin tek başına iktidara geleceği konusunda hem fikirdi. Seçim öncesi il il gezen Tayyip Erdoğan “tek başına iktidara gelmek yetmez” diye haykırıyordu meydanlarda. Kanun değişikliği yapacak milletvekili sayısına ulaşmayı da hedef bellemiş, propogandasını yapıyordu. Nihayetinde seçimler yapılıyor ve AKP %34,28 oy oranı ile 363 milletvekili alarak temsil edilmeye hak kazanıyordu. Siyasal hayatımıza liberal söylemlerle dahil olmuş bu hareket daha sonra işlevsiz hale getirmekten çekinmeyeceğii parlamentoda artık çoğunluğa sahip olmuştu. Özgürlükçü bir toplum ve sivil bir Anayasa vaadiyle meydanlarda halktan istediğini fazlasıyla alan Recep Tayyip Erdoğan, bu sürecin sonunda Türkiye Cumhuriyetinin 25. Başbakanı olarak adını tarihe yazdırmayı başarmıştı artık.

Bağımsız Yargı “Köy Çocuğu” Erdoğan’ın Memleketinde Çay Topluyor

2002 yılındaki seçime giden süreçte özgürlükçülük ve sivil anayasa söylemleri ön plana çıksa da aradan geçen yirmi bir yıldan geriye baktığımızda durum hiç de ilk başlarda söylenildiği gibi olmamıştır. Yirmi bir yıllık süreçte yargının siyasallaşması ile baskıyı doruğa çıkaran AKP, kendisine muhalif olan kesimleri “yargı sopasıyla” tasfiye etmekten de geri durmuyordu. Bu esnada sayısız insan hakları ihlali yaşanmasına sebebiyet veren AKP iktidarı birçok hakkı kullanılamaz hale getirmişti. Siyasal varlığına tehdit olarak gördüğü her kişi ve kurumla hesaplaşma yolunu seçen Recep Tayyip Erdoğan için yargı, ele geçirilmesi gereken cübbeliler topluluğundan başka bir anlam ifade etmiyordu. Yurttaşın gösteri ve yürüyüş hakkının polis şiddeti ile bastırılmasından işçilerin en temel hakları olan grevin yasaklanmasına, yaşam hakkının ihlal edilmesinden seçme ve seçilme hakkına müdahaleye kadar birçok ihlal de genç cumhuriyetin beşte birinde siyaset sahnesinde majör bir rol üstlenen Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’si döneminde yaşanıyordu. Peki bunca hak ihlali, sayısız ölüm, parlamentonun işlevsiz hale getirilmesi, siyasal islamın devletin tüm kurumlarında örgütlenmesi, yoksulluk ve ıstırap karşısında sözde bağımsız ve tarafsız yargı ne yapıyordu? Özellikle AKP’nin son on yılında bunun cevabını daha net tecrübe etmiş olduk; deve kuşu misali kafasını kuma gömüyor, arta kalan zamanlarda ya “reisinin” önünde cübbesini ilikliyor ya da köy çocuğu Erdoğan’ın memleketinde çay topluyordu. İlerleyen dönemlerde ise, AKP iktidarının rejim tasfiyesi sürecinde maymuncuk işlevi üstlenerek hemen her kapının açılmasından ve Recep Tayyip Erdoğan lehine katkı sunmaktan geri durmayacaktı.

Yetmez Ama Evetçilerin Erdoğan Kıyağı; Sivil Demokratikleşme Siyasal Hayatımızda Bir Masal Olarak Kalmıştı. n Kulağına Bu Masal Fısıldanınca Sessizce Uykuya Dalanlar Kabuslarına Teslim Olmak Üzereydi

Yirmi bir yıllık iktidarın en gözü kara günlerinden geçerken bir gecede meclisten geçirilen toplama yasalar ile AKP iktidarına muhalif herkes hedef haline getirilmeye başlanmıştı. Yapılan bütün yasa değişiklikleri muhalifleri susturmak ve iktidara yönelecek olan yargının elini kolunu bağlamaya hizmet ediyordu. 2008 yılında AKP’ye karşı açılan kapatma davası sonrasında yargıdaki değişimi hızlandıran iktidar, belki de en kritik hamlesini 2010 yılında anayasa değişikliği referandumu ile gerçekleştirmişti. Bugün kendisine AKP karşıtı diyen, bu motivasyon ile “radikal demokratların” oyuna talip olup meclise girmeye çalışan ancak o dönem referandum sürecinde “üniversite hayır diyor” diye kampanya başlatan aydın üniversite gençliğine darbeci diye ateş püsküren yetmez ama evetçilerin de desteğiyle gerçekleşen anayasa değişikliği, yargının siyasallaşmasına hizmetten başka bir işe yaramamıştı. Hülasa, yetmez ama evetçiler Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmüştü. Ayrıca sanıldığı gibi darbe kurumlarıyla da hesaplaşılmamıştı. Yükseköğretim Kurulu (YÖK), özgür bilim yuvaları üniversiteler üzerinde hala bir kılıç misali sallanmaya devam ediyordu. Seçim barajı çoğulculuğun önünde bir engeldi. Tarikat ve cemaatler veba gibi yayılıyor, yargı siyasal iktidar tarafından güdümlü hale getiriliyordu. Sivil demokratikleşme siyasal hayatımızda bir masal olarak kalmıştı. Dün kulağına bu masal fısıldanınca sessizce uyukuya dalanlar kabuslarına teslim olmak üzereydi.

Öyle ki, 2010 referandumunda yapılan anayasa değişikliği ile Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değiştirilerek yapılan değişikliklerde her iki kurumun da üye sayıları arttırılırken, atamaların büyük kısmının ise iktidar tarafından yapılması sağlanarak yargının siyasallaşması sürecinde en büyük adımlardan biri iktidarın kazanılmasından sekiz yıl sonra atılmış oldu.

AKP döneminde yargıya yönelik en büyük müdahalelerden birisi ise 2014 yılında kurulan Sulh Ceza Hakimlikleri vasıtasıyla gerçekleştirildi. Doğal yargıç ilkesini açıkça çiğneyen bu hakimlik ile siyasal bir mekanizmaya yargı süsü verilerek tutuklu muhalifler ordusunun oluşmasına açıktan destek verme dönemi başlıyordu. Soruşturma aşamasının hakimlik güvenceleri diye süslenen Sulh Ceza Hakimlikleri, siyasi iktidarın idari memuru gibi çalışmaya başlamıştı bile.

Kumpas Davaları; Derin Devlet El Değiştiriyor, Kürtlere ve Sosyalistlere Düşman Hukuku” Uygulanıyordu

AKP iktidarı, yargıda gerçekleştirdiği cemaat işbirliği ile ilk olarak Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarla “derin devlet”in el değiştirmesine katkı sunmuş bir partidir. Ardından da rotayı Kürt siyasal hareketine çevirmiştir. KCK operasyonları ile binlerce siyasetçiyi gözaltına aldırmıştır. Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde toplam doksan sekiz belediye kazanmasının akabinde harekete geçen iktidar, yargıyı devreye sokmuş; 14 Nisan 2009’da Diyarbakır’da başlayan ve 2012 yılını sonlarına kadar devam eden operasyonlarda, aralarında milletvekilleri, belediye başkanları, siyasetçiler, insan hakları savunucuları, avukatlar, akademisyenler, yazarlar ve gazetecilerin de olduğu yedi bin yediyüz kırk sekiz kişi gözaltına almış ve bunlardan dokuz yüz doksan iki kişiyi tutuklamıştır. Dönemin Adalet Bakanı bugün 14 Mayıs seçimleriyle CHP ‘den Ankara milletvekili olan Sadullah Ergin, bu operasyonlarda iki bin yüz kırk altı kişinin yargılandığını ve bunlardan iki yüz yetmiş dördünün seçilmiş olduğunu belirtmiştir. Devam eden süreçte ikinci büyük ölçekli operasyon, Halkların Demokratik Partisi (HDP) tarafından “siyasi darbe” olarak adlandırılan ve 4 Kasım 2016 tarihinde aralarında HDP eski Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da olduğu on beş milletvekiline yönelik operasyon olmuştur. Bu kez IŞİD’in Kobanê’ye saldırısına karşı 6-8 Ekim 2014’te ülke genelinde gerçekleştirilen eylemler gerekçe gösterilerek 25 Eylül 2020’de aralarında tutuklular Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da olduğu seksen iki kişi siyasetçi hakkında gözaltı kararı çıkartılmıştır. Sonrasında genişletilen operasyonlarda bu sayı yüz sekize kadar çıkmıştır.[1]

Kürt siyasetçilere KCK operasyonlarıyla saldıran iktidar, sosyalist harekete de düzmece Devrimci Karargah davası ile saldırmıştır. Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) Genel Başkanı Rıdvan Turan’ın yanı sıra parti yönetici ve üyeleriyle birlikte birçok sol-sosyalist yapı bu davaya dahil edilerek on yedi sosyalist tutuklanmıştır. Gezi Parkı, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Cumhuriyet gazetesi, Sözcü, ÇHD, Hrant Dink, Metin Lokumcu, Musa Anter, deprem ve sellerde yaşanan katliamlarda alınan kararlar ve pek çok dava, Türkiye’de yargının AKP’nin siyasal stratejilerinin parçası haline geldiği eleştirilerine yol açmıştır.

Yeni Düzenimiz; OHAL Hukuku

Ve işte o tarih. Ülkemizde 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle yeni bir antidemokratik sürecin kapıları aralanmıştır. 21 Temmuz 2016’da ilan edilen Olağanüstü Hal ile birlikte iktidar, ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) yönetmeye başlamıştır. Binlerce yurttaş gözaltına alınmış yüzlerce kamu çalışanı görevlerinden ihraç edilmiş, onlarca gazete, dergi, televizyon ve dernek kapatılmıştır.  HDP’li belediyelere de kayyımlar atanırken yine birçok belediye başkanı da tutuklanmıştır. OHAL devam ederken anayasada da değişikliğe gidilirken, kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı, daha otoriter bir başkanlık rejimine geçilmiştir. Tüm yetkilerin tek elde toplandığı bir başkanlık rejiminin yanı sıra, HSYK’nın yapısı tekrar değiştirilerek, atamaların büyük bölümünün iktidar tarafından yapılması sağlanmıştır. Bu sayede AKP iktidarına ve daha çok Recep Tayyip Erdoğan’a bağlı bir yargı ağı kurulmuştur. Vaad edilen yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı kağıt üzerinde kalmış; vatandaşların demokratik haklarını kullanması engellenmiştir.

Yukarıda ifade edilenler AKP’nin güdümlü yargı inşası konusunda çekingen davranmadığını göstermektedir. Bu bağlamda 2018 yılı AİHM hak ihlali verilerine bakacak olursak Türkiye 2018’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından verilen yüz kırk ihlal kararıyla, en fazla ihlal verilen ikinci ülke konumunda yer almıştır. Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi Başkanlığı tarafından yayınlanan AİHM raporuna göre verilen ihlal kararlarında ilk sırada adil yargılanma hakkı, ikinci sırada ise ifade özgürlüğü hakkı ihlali yer almaktadır. Hak ihlalleri bir önceki yıla oranla yüzde yirmi artmıştır. Türkiye, AİHM’in kurulduğu 1959 yılından 2019’a kadar en fazla hak ihlali kararının verildiği ülke konumuna gelmiştir. AİHM kurulduğu günden itibaren Türkiye üç bin yüz yirmi sekiz hak ihlali ile zirvede bulunmaktadır. İkinci sırada Rusya, üçüncü sırada ise İtalya yer almaktadır.[2]

AKP iktidarının yirmi bir yıllık acı bilançosunda yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı sadece söylem olarak kalmış, pratik anlamda herhangi bir gerçekliğe bürünmemiştir. Bu süreç içerisinde yargıdaki dönüşüm sadece çıkartılan yasalar, oluşturulan hakimlikler, operasyonel süreçlerle olmamış; bağımsız savunmayı temsil eden avukatlara ve avukatların meslek örgütlerine yönelik kurumsal saldırılar da meydana gelmiştir. Darbe girişimin ardından çıkartılan KHK ler ile hukuk fakültesi mezunu muhaliflerin avukat olmasının önü kesilmiş; deyim yerindeyse hukukçu muhalifler açlığa mahkum edilmeye çalışılmıştır. Avukatın müvekkiline hukuki yardımlarına sınırlama getirilmiştir. Soruşturma ve kovuşturma aşamasına temsilde artık avukat sınırı mevcuttur. Ayrıca kamu kurumu niteliğinde olan baroların bölünmesinin önü açılmış; Ankara ve İstanbul’da Anayasa’ya aykırı bir şekilde ikinci barolar kurulmuştur. Bu süreç içerisinde iktidarın gerici baskılarına karşı özgürlükçü ses yükselten baro yöneticileri yargılanmış, meslek örgütünün bölünmesine karşı barışçıl protesto gösterisi yaparak direnen avukatlara da soruşturmalar açılmıştır.

AKP’li uzun yıllar baskı, cinayetler, hapis cezaları, işkence ve kötü muameleyle geçmiş bulunmaktadır. AKP’nin iktidarda olduğu son yirmi yılda en az yedi bin yetmiş bir kadın, en az yirmi sekiz bin beş yüz yetmiş yedi iş ve en az yüz yirmi beş nefret cinayeti işlenmiş bulunmaktadır. CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun ‘AKP Hükümetinin 20 Yıllık Hak İhlalleri Enkaz Raporu’na göre otuz bin dört yüz kırk altı işkence ve kötü muamele olayı yaşanırken en az sekiz yüz otuz altı gazeteci tutuklanmıştır.

AKP’nin iktidara geldiği 2002’den 2022 yılına uzanan süreç içerisinde yaşanan hak ihlallerinin sıralandığı rapora göre altı bin üç yüz yirmi üçü çocuklara yönelik olmak üzere en az kırk sekiz bin üç yüz elli sekiz yaşam hakkı ihlali gözlemlenmiştir.[3] Tüm bunlar AKP döneminin cezasızlık politikaları ile doğrudan bağlantılı olup, yargının AKP’lileşmesi ile yaşanan hak ihlallerinin adeta aşağı yuvarlanan bir kar topu misali büyümesine neden olmuştur. Gelinen noktada Türkiye’de yargı adına son durum ne yazık ki bunlardan ibarettir.

Siyaset mahkeme salonlarına girdiği anda, adalet oradan çıkmalıdır.” demiş Guizot.[4] Bu tespitten yola çıkarak yazının başlığındaki soruyu geliştirerek bitirelim. Siyasetin mahkeme salonlarını dizayn ettiği ülkemizde o salonlardan adaleti çıkartalım çıkartmasına ama peki nereye koyalım? Nerede koruyalım? Guizot gibi muktedir olduktan sonra devr-i sabıkları yemek için mi “adaleti”kullanmayı bekleyelim, yoksa koşullar ne olursa olsun adalet mücadelemizi mi büyütelim?

Av. Mert Ekinci

[1] (http://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/204088)

[2] (https://m.bianet.org/bianet/hukuk/210428-turkiye-aihm-in-en-fazla-hak-ihlali-karari-verdigi-ikinci-ulke)

[3] https://www.birgun.net/haber/akp-nin-20-yili-cok-karanlik-cezasizlik-baski-ve-iskence-381999

[4] Guizot hukuçu bir tarih profesörü. Varlıklı burjuvaların ve sermaye sahiplerinin çıkarlarını gözeten; siyasal sorumlulukların toplumun seçkinlerine bırakılması gerektiğine inanan bir siyaset insanı; diplomat. Fransa’da temmuz monarşisi esnasında burjuvazinin iktidarını pekiştirmeyi amaçlayan politikalar uygulayan bir aktivist