Padişah Fermanı Gölgesinde Bağımsız Kalma Mücadelesi – Av. Olgu Esmer ve Av. Mert Ekinci

Padişah Fermanı Gölgesinde Bağımsız Kalma Mücadelesi – Av. Olgu Esmer ve Av. Mert Ekinci

Avukatlık, niteliği itibarıyla bir “kavga” mesleğidir. Bu mesleğin, meydana gelen hak ihlallerini itina ile kayıt altına aldırmak; bunun için gerekirse kamu makamlarına başkaldırmak, uygulamayı reddederek yeniden hukuk yaratacak bir zihniyeti örgütlemesi gerekmektedir.

Avukatlık, niteliği itibarıyla bir “kavga” mesleğidir. Bu mesleğin, meydana gelen hak ihlallerini itina ile kayıt altına aldırmak; bunun için gerekirse kamu makamlarına başkaldırmak, uygulamayı reddederek yeniden hukuk yaratacak bir zihniyeti örgütlemesi gerekmektedir.

SÜRECİN BAŞLANGICI

Meslek örgütleri üzerindeki iktidar baskısının geçmişi, eskilere dayanmakla birlikte son 9 aylık dönemde baroların bölünmesi tartışması ile başlayan süreç hafızalarımızda halen daha taze bir şekilde yer almaktadır. Daha önceki yazılarımızda da belirtildiği üzere[1] 2009 tarihli Devlet Denetleme Kurulu raporunun meslek örgütlerini konu alan tespit ve değerlendirmelerinde kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri hedef alınmış; yapısı değiştirilmek istenilmiştir. Bu rapor sonrasında da meslek örgütlerinin içerisinde olduğu her muhalif kırılma anında siyasal bir hedef gösterme anı da başlamıştır. Bunun en yakın ve net örneği, Diyanet İşleri Başkanının Covid-19 virüsünün yayılması ile başlayan sürece yönelik gerçekleştirdiği ayrımcı söylemin, Ankara Barosu Başkanlığı tarafından eleştirilmesi ve suç unsuru içerdiği gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunması ile karşımıza çıkmaktadır.

Süreçte Ankara Barosu Başkanlığının bu karşı duruşu ile gündem bir anda değişmiş; Diyanet İşleri Başkanı bir yandan eleştirilerin odağı haline gelirken, bir yandan da nefret söylemi içeren söylemler kamuoyunda karşılık bulmaya başlamıştır. Ardından siyasal hedef göstermenin tavan yaptığı net tavır AKP’li Erdoğan’dan gelmiş; Tayyip Erdoğan; “Diyanet İşleri Başkanına yapılan saldırı devlete yapılan saldırıdır.” söylemiyle baroları bir siyasal hedef haline getirmiştir.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANININ AÇIKLAMASI VE ANKARA BAROSU BAŞKANLIĞININ TAVRI

Konuyu tartışırken çokça gündeme gelen bir kanun maddesi ile başlamak yerinde olacaktır. Bu kapsamda; 1136 Sayılı Avukatlık Kanununun Baroların kuruluş ve nitelikleri üst başlıklı 76. Maddesi: “Barolar; avukatlık mesleğini geliştirmek, meslek mensuplarının birbirleri ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni sağlamak; meslek düzenini, ahlâkını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak, avukatların ortak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüm çalışmaları yürüten, tüzel kişiliği bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır” hükmünü içermektedir.

Bu hüküm içeriğinden açıkça anlaşılacağı üzere; baroların en temel görevlerinden bir tanesi insan haklarını savunmak ve korumak olarak belirlenmiştir. Bu belirleme doğrultusunda kamusal yükümlülükleri bulunan baroların ve avukatların, insan hakları ihlallerini tespit etmek, bu ihlallere karşı açıklama yapmak ve bu suretle kamuoyu oluşturmak, hak ihlalinin giderilmesi için suç duyurusunda bulunmak başta olmak üzere çeşitli işlem ve eylemler gerçekleştirmek görevi bulunmaktadır. Baroların ve avukatların bu eylem ve işlemleri, esasında kanuni bir ödevden kaynaklı fiiller olarak nitelendirilmelidir.

Bununla birlikte çoklu baro tartışmalarının başlamasına neden olan tepkiye konu, Diyanet İşleri Başkanı tarafından yapılan açıklama içeriğine baktığımızda; İslam Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikahsız hayatın islamî literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu Hiv virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim.” şeklinde nefret söylemi içeren bir konuşma metni karşımıza çıkıyor.

Öncelikli olarak ifade etmek gerekir ki; demokratik, laik bir hukuk devletinde inanç alanını düzenleyen ve organize eden bir yapı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun var olup olmaması gerektiğine yönelik çeşitli görüş ve öneriler bulunmaktadır. Ancak bu tartışmalar yazının kapsamını aşmaktadır. Bu sebeple başlık içeriğinde incelediğimiz kapsam, mevcut hukuk düzeninde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve Diyanet İşleri Başkanı’nın hangi yetkilere sahip olduğuna ilişkin kısa bir değerlendirmeden ibarettir.

Bu açıklama ışığında bakmak gerekir ki; Diyanet İşleri Başkanı’nın “birçok insanın din ve inancı konusunda söz söyleme yetkisi” bulunmamaktadır. 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un 1. maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” olarak tanımlanmıştır. Madde hükmü doğrultusunda Başkanlığın kuruluş amacının esasında İslam dininin inanç temelinde değerlendirilmesi ile ilgili olmadığı görülmektedir. Kanuna göre Başkanlığın kuruluş amacı özünde bir organizasyon tanzim etme iradesidir. Başka bir ifade ile Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam dininin inançlarının, ibadet ve ahlak esaslarının nelerden ibaret olup olmadığını belirleme yetkisine sahip değildir. Başkanlık, bireylerin dini inançlarını özgürce gerçekleştirmesi için gerekli organizasyonu yürütmek ve yönetmek görevlerini ifa ile yükümlüdür. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın farklı yaşam biçimleri ve tercihlerin yahut cinsel yönelim veya tercihlerin “dine uygun olup olmadığı” ile ilgili bir tespit yapma yetkisi de, görevi de bulunmamaktadır.

Bu doğrultuda Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamalarının Kanunun çizdiği sınırlar ile çok açık bir şekilde bağdaşmadığı açıktır. Hatta Diyanet İşleri Başkanı’nın yaptığı açıklamanın, yetkisini fersah fersah aştığını söylemek dahi mümkündür. Bu sebeple somut açıklamada esasında görevi kötüye kullanma (yetki aşımı sebebiyle yetkiyi kötüye kullanma) suçunun varlığı da değerlendirilmelidir. Nefret söylemi niteliğinde olan ve ayrımcı bir dille yapılan basın açıklamasının hukuki bir temeli olmadığından, Diyanet İşleri Başkanı yetkisi dâhilinde olmayan ve görevleri arasında yer almayan bir konuda açıklama yapmıştır. Üstelik bir kez daha belirtmek gerekir ki anılan şahsın açıklama içeriğinde yer alan konularda İslam adına söz söyleme yetkisi hiçbir şekilde bulunmamaktadır. 633 Sayılı Kanunun “Din İşleri Yüksek Kurulu” başlıklı 5. maddesinde İslam diniyle ilgili konularda istişare yapma ve karar alma yetkisi, Din İşleri Yüksek Kurulu’na verilmiştir. Bu kurul üyelerinin belirli standartları olduğu gibi kurulun da bir çalışma ve karar alma usulü bulunmaktadır. Oysaki Diyanet İşleri Başkanı’nın yaptığı açıklama bu kurulun ortaya koyduğu bir görüş yahut karar niteliğinde değildir. Ayrıca Kanunun düzenlemesine göre Din İşleri Yüksek Kurulu’nun da aslında “dinin ne olup olmadığı” konusunda bir yargı dağıtma yetkisi bulunmamaktadır. Bu noktada önemle belirtmek gerekir ki Diyanet İşleri Başkanı tarafından yapılan açıklama, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bir kararı yahut bu kurulun görüşü olsa dahi açıklama içeriğinde yer alan ayrımcı ve ötekileştirici ifadeler nefret suçu olmaya devam edecektir.

Tüm bunlara ek olarak Diyanet İşleri Başkanı, kamusal konumunu kullanmak suretiyle toplum nezdinde bu pozisyonun sahip olduğu kültürel ve sosyolojik meşruiyetin ortaya çıkardığı zemin üzerinde açıklamalarda bulunmuştur. Açıklama, toplum bilincinde eşcinsellerin ve evlilik dışı ilişki sürdüren insanların kirli, suçlu ve cezalandırılması gereken bir hayat sürdürdüklerini ifade etmektedir. Belirtmek gerekir ki; ifade edilenler ışığında Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamalarına karşı Ankara Barosu’nun yaptığı basın açıklaması ve suç duyurusu hiçbir tereddüt olmaksızın Avukatlık Kanunu’nun 76. maddesinde yer alan “insan haklarını korumak ve savunmak” kapsamında kalmaktadır. Bu doğrultuda Cumhurbaşkanı’nın çoklu baro sürecini hızlandıran ve baroları hedef alan açıklamalarının bu dönemki görünür sebebi; Ankara Barosu’nun bir kamu görevlisinin açıkça hukuka aykırı olan açıklamalarına karşı Avukatlık Kanunu’ndan doğan yükümlülüğünü yerine getirmesidir.

Tabi bazen demokratik hukuk devleti ilkelerini korumak, hiç değilse kendi kanunları doğrultusunda hareket etme görevini yerine getirme iddiasında olan bazı kuruluşların var olduğunu düşünürsek alenen nefret söylemi içeren, halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunun tüm maddi ve manevi unsurlarını bünyesinde barındıran bu söyleme karşı harekete geçilmesi mümkün olabilmektedir. Avukatlık Kanununun 76. Maddesinde belirtilen “insan haklarını korumak ve savunmanın” gereği aslında tam olarak da budur. Bir ülkede halkın önemli bir kesiminde etki uyandırma potansiyeli gücüne sahip kamu gücünü elinde bulunduran bir kurumun başkanı, söyleminde nefret tohumu ekiyorsa; kamu kurumu niteliğinde meslek örgütü olan, bağımsız savunmayı özgürce temsil etme görevi olan barolar ve avukatlar, en temel kanuni yükümlülükleri dolayısıyla buna karşı çıkmak zorundadır.

TAYYİP ERDOĞAN’IN ANKARA BAROSU VE DİĞER BAROLARI SİYASAL HEDEF GÖSTERMESİ

Çoklu baro tartışmasının son birkaç aylık süreçte karşımıza ne şekilde geldiğine bakacak olursak, ilk olarak AKP’li Erdoğan’ın “diyanet işleri başkanına saldırı devlete saldırıdır.” açıklamasının ve akabinde dini işlere karışma hususunun baroların görevi dâhilinde olmadığı şeklindeki hedef göstermesinin karşımıza çıktığını göreceğiz. Tabi bununla birlikte on yılı aşkın bir tartışma belleğinin de olduğu yadsınamaz. Siyasal iktidarın gerek genel anlamda yurttaşların örgütlenme özgürlüğü kapsamında oluşturdukları gerek demokratik kitle örgütlerine gerekse kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve odalar gibi mesleki unsurun ön plana çıktığı örgütlenme modellerine yönelik baskı kurma politikasının uzun yıllardır ülkemizin gündeminde olduğunu ifade etmek gerekir. Bu tartışmalar hükümetler değişse de devlet iradesi ve iktidar sahipleri tarafından siyasi, ekonomik yahut sosyolojik kriz dönemlerinde tekrar tekrar gündeme getirilmekte ve kamuoyunca çeşitli platformlarda tartışılmaktadır. AKP’nin uzun yıllar süren iktidar döneminde devletleşen bir parti haline geldiği, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçiş ile birlikte devletin Erdoğan ile bütünleştirildiği son dönemde ise devlet geleneklerinin ve kurumların içi boşaltılmış ve tüm düzenlemeler tek bir kişiye bağlanmıştır. Diktatörlük olarak tanımlanabilecek bu rejim değişikliği ile birlikte iktidar; yasama, yürütme ve yargı üzerindeki tahakkümünü pekiştirmiş ve tüm kuvvetleri Tayyip Erdoğan’ın şahsında birleştirmiştir. Bir şahıs üzerinden yapılan bu siyasi kompozisyon, FETÖ kadrolarının da tasfiyesi ile birlikte kendisini bürokraside, kolluk kuvvetlerinde, ekonomi yönetiminde, dış politikada, eğitimde kısacası kamu idaresinin tamamında tek gerçeklik haline gelmiştir. Bununla birlikte iktidar, sosyal hayatı uzunca bir süredir kendi ideolojik temelinde şekillendirmekte, kendi değerlerine ve çıkarlarına uygun olan kişilerden oluşan bir “makbul vatandaş”  tanımı ortaya koymaktadır. Bu kompozisyona uymayan her şahıs ve kurum ise terörist yahut hain olarak nitelendirilmektedir. Özetle iktidara herhangi bir konuda muhalif iseniz veya iktidardan farklı düşünüyorsanız makbul vatandaş değilsiniz ve düşman kabul edilerek cezalandırılırsınız paradigması egemen paradigma haline getirilmiş durumdadır. İktidar, yargı üzerinde sahip olduğu gücü kullanarak kendisine muhalif olarak değerlendirdiği toplumun çeşitli kesimlerini sindirmekte ve bu grupları yok etmeye çalışmaktadır.  İşte tam bu noktada yurttaşların ve belirli meslek gruplarının örgütlülüğü önem kazanmaktadır zira, iktidarın adeta yok ettiği dar ve kapalı siyasal alanda insanların düşüncelerini dile getirmek, eylemliliklerini ortaya koymak adına sahip oldukları sınırlı sayıda organizasyondan bir tanesi de barolar olarak görünmektedir. Siyasal iktidar ise henüz tam anlamıyla dokunamadığı bu sınırlı organizasyonları düzenleme gayreti içerisindedir. Çoklu baro düzenlemesi, bu gayretin maskesiz bir şekilde ortaya çıktığı olayların başında gelmektedir. İktidar, baroları bölerek bağımsız savunmanın pasifize edilmesini ve böylece kendi gücüne karşı tehdit olarak algıladığı bir unsuru daha yok ederek tam bir Leviathan’a dönüşmeyi hedeflemektedir. Bu düzenleme sonrası kamuoyunda diğer meslek örgütlerinin de örneğin; TTB ve TMMOB’un da bölünmesine yönelik düzenlemelerin geleceği konuşulmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar da göstermektedir ki AKP iktidarı, 18 yılda kendi çizdiği sınırlarda olsa dahi kendisini eleştiren, farklı düşünen, muhalif olan görüş ve organizasyonlara tahammül edememektedir.

Bununla birlikte AKP’li Erdoğan tarafından kendi siyasal ideolojisini sağlamlaştırmak, tabana yaymak ve propagandasını yapmak maksadıyla örgütlenen devlet kurumlarını temsil eden şahısların eylem ve işlemleri hakkında aleyhe yorumda bulunma “gafletine” düşen her kişi ve kurumda olduğu gibi Ankara Barosu da siyasal bir hedef haline getirilmiş durumdadır. Tabi burada iş daha sonra Ankara Barosunun özelinden sıyrılıp tüm baroları ve zaten asıl hedeflenen kurum olan Türkiye Barolar Birliğini etkiler mahiyete dönerek ileride bahsedileceği üzere baro seçimleri ertelenecek, birlik, adeta kayyum atanmışçasına yönetilmeye çalışılacaktır.

YARGIDAKİ YAPISAL DÖNÜŞÜMÜN TAMAMLANMA SÜRECİNİN EN ÖNEMLİLERİNDEN BİR TANESİ ÇOKLU BARO PROJESİ VE MESLEK ÖRGÜTÜNÜN SEÇİM YAPISININ DEĞİŞTİRİLMESİDİR.

Belirtmek gerekir ki; yargıçlar ve yargı yerleri, yasama ve yargı organlarına ait kamu politikalarını oluşturma süreçlerinde etki sahibi olabilmektedir. Burada yargının belli alanlarda kamu politikalarının oluşturulmasını siyasi iradeden bağımsız olarak mevcut usullere göre denetlemesi durumu icra edilebiliyorsa, siyasi iradenin hukuk tarafından denetlenebilir olduğunu söylemek mümkün olabilmektedir. Özellikle AKP’nin iktidara gelmesinden sonra ülkemizde bu işlevi görmesi gereken Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay gibi kurumlarla çatışmalar yaşandığı da uzun süredir kamuoyunda tartışılan ve birçok kişinin malumu olan bir mesele olarak bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse; sokağa çıkma yasaklarının, yaşam hakkının özünü kaldıracak şekilde uygulanmasına yargı makamlarının dur diyebilmesi, Danıştay’ın hükümetin ve idarenin işlemlerini etkin bir şekilde denetleyebilmesi, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere verilen tüm mahkeme kararlarının uygulanabilmesi, Sayıştay’ın kamu bütçesini, siyaset kurumundan korkmadan denetleyebilmesi siyasi iradenin bağımsız ve tarafsız yargı tarafından denetlenmesi anlamına gelmektedir. Ülkemizde ise özellikle son dönemde, bu kurumlar neredeyse tamamen siyasal iktidara teslim olmuş vaziyettedir. Bu durumda ülkemizde, siyasi iradenin aldığı karar ve bu doğrultudaki uygulamaların bağımsız bir hukuki denetimden çok uzak olduğu; bunun doğal sonucu olarak da yargının siyasal irade tarafından kendi çıkarlarını korumak için kullanılan bir araç haline getirildiğini ifade etmek kaçınılmaz olmaktadır. Daha açık bir ifade ile AKP, iktidarını korumak ve sürdürmek amacıyla yargıyı araçsallaştırmış durumdadır.

Yargının siyasallaştırılma kavramını bize göre, yargısal faaliyetlere ilişkin olağan süreçlerin öz karar alma ve uygulama mekanizmaları –hukukun çizdiği usuli değişkenler ve evrensel hukuk ilkeleri- ile gerekleştirilmemesi; bu yargısal faaliyetlerin siyasi amaç, karar ve kanaatlerle sürdürülmesi olarak tanımlamak mümkündür. Siyasileştirilen bir hukuk sisteminde de kanaatler, delillerin ve diğer hukuki araçların yerini alacak, bireyler fiilleri ile sınırlı olarak değil, siyasi düşüncelerine yönelik değerlendirilmeler sonucunda suçlanacak veya tam tersi şekilde aklanacaktırlar. Hukuki denetim süreçlerinin siyasi irade tarafından kendi çıkarlarını korumak için bir araç olarak kullanıldığı sistemlerde hakim ve savcıların, önlerine gelen olaylarda hukuk teknikler ile değil, siyasi gerekçelerle karar verdiği görülmektedir. Yargının siyasileştirilmesinde amaç, siyasi çözümlerin hukuken meşrulaştırılmalarını sağlamak ve birey hak ve özgürlüklerinin en önemli güvencesi olan yargı organını işlevsiz bırakarak bireysel haklar konusunda son sözü söyleme yetkisini siyaset alanında tutmaktır.

Yargının siyasallaşma sürecinin bir diğer basamağı; savunmayı ele geçirmek.

Belirtmek gerekir ki; devletin yasama ve yürütme organlarına neredeyse tam olarak sirayet eden AKP’lileşme süreci, uzun süredir yargı içerisinde kendisini göstermiş durumdadır. Yargının diğer unsurları olan iddia ve hakimlik makamları düşünüldüğünde, bunların HSK eliyle AKP’nin yürütme organı gibi çalışan makamlar olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Burada kamusal yetkilerin büyük çoğunluğunu elinde tutan iddia ve yargıçlık makamlarını dönüştüren siyasal zihniyetin karşısında son bir sac ayağı olan savunma hedef olarak yer almaktadır. Yaşanılan dönüşüm sürecinde olanlar bütün olarak değerlendirildiğinde salt bir Diyanet İşleri Başkanı ile uyuşamamaya karşı gösterilen tepkinin değil, aslında 20 yıllık siyasal dönüşümün sonucu olarak savunmanın iktidara biat ettirilme, son bağımsız kalelerden birinin diz çöktürülme çabasının karşılığını görmekte olduğumuz açıkça ortadadır.

Burada yargının AKP’lileşme süreci bize göstermektedir ki; bazı kişiler ve kurumlar, ceza sorumluluğunda muaf tutulmaktadır. Öyle ki; günümüzde yargı, yandaş çıkarı koruyan paravan sözcüklerden ibaret bir hale getirilmiştir. Hukukun siyasal alan tarafından ele geçirilmesi ve kendi çıkarlarının pratik karşılığını alabilmek için dönüştürülmeye çalışılması süreci, yargının en önemli unsurlarından olan savunmanın da bölünmesi, kamusal yetkilerinin elinden alınması, var olan örneklerinin de yandaşlaştırılması ile tamamlanmak istenilmektedir.

MESLEK ÖRGÜTÜ OLMANIN GEREKTİRDİKLERİ VE YOK EDİLMEYE ÇALIŞILAN MESLEK BİRLİĞİ

Belirtmek gerekir ki; meslek örgütlerinin varlığının en temel maksatlarından bir tanesi de faaliyet gösterdikleri mesleğin ifasında birliğin var olmasını sağlamaya çalışmaktır. Kamusal niteliği ağır basan veya daha serbest ilkelerin geçerli olduğu meslek kollarındaki örgütlülük ile sağlanmak istenilen, hem meslek ifasının temel kuralları, hem de örgütlerin işleyiş prensipleri bakımından tek bir uygulamanın varlığına hizmet etmektedir de diyebiliriz. Bu bağlamda içeriğinde kamu hizmeti ifasını barındıran meslek örgütleri açısından düşünüldüğünde “meslek ifasında teklik” daha kritik bir öneme sahip olmakta, kamusal yetkiler ile donatılmış meslek erbaplarının bu işi yaparken uyması gereken bir takım ilkelerin daha amir şekillerde korunmaya çalışılması gerekmektedir.  

Anayasa’nın Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşları üst başlıklı 135. Maddesi: “Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları; belli bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzelkişilikleridir.” hükmünü içermektedir.

Bu doğrultuda kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına tabi olarak yapılan mesleklerin ifasına ilişkin bir birliğin sağlanması ve o birlik dairesinde meslek disiplininin ve ahlakının korunmasının sağlanması, Anayasa’nın amir hükmünün bir gereğidir. Uygulamada aynı ilde birden fazla meslek odasının varlığı, kurulan kurumun iradesindense kurucuların iradesini yansıtacak, meslek ahlakı ve disiplinine ilişkin anlayış, kişilerin anlayışı ile özdeşleşecektir. Ayrıca meslek mensuplarının birbirleri ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlükten ziyade menfaat ve politik ayrımlar dinamo haline geleceğinden, Anayasal anlamda korunan değerlerin tamamı çoklu baro sisteminin kurumsallaşması ile yok edilmiş olacaktır. 

Tüm bunlara ek olarak Anayasa’nın Hak Arama Hürriyeti Başlıklı 36. Maddesi de: “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” şeklinde düzenlenmiş olup belirtilen hüküm vatandaşların hak arama hürriyetinin koruma altına almıştır. Bu hüküm içeriğinde geçen “meşru vasıta” kavramı da bir yönüyle avukatları –bağımsız savunmayı- ifade etmekte; adil yargılanma hakkının bir gereği olarak savunmanlık makamının varlığını garanti altına almaktadır. Vatandaşın meşru vasıta aracılığı ile hak arama hürriyetini garanti altına almak, avukatlar arasında bir birliğin varlığını zorunlu hale getirmektedir. Aksi takdirde karşımıza bağımsız savunmanlık kavramı çıkmamakta; savunman, siyasal olana siyasal saiklerle hizmet edecek bir teknisyen haline gelmektedir. Bu durumda savunmanlığın, hem meslek ifasında birliğin sağlanması hem de adil yargılanma hakkının güvencesi olarak konumlanması mümkün olmayacaktır. Bu şartlar altında yargı, yurttaşların adil ve özgür şekilde hak arama hürriyetlerinin sağlandığı, evrensel hukukun ilke ve değerlerine uygun yargılama faaliyetlerinin gerçekleştirildiği bir sistem yerine avukatların ekonomik anlamda var olabilmek için yandaş baroya kayıt zorunluluğunun bulunduğu bir sistem haline gelmektedir. Böylece savunmanlık görevinin, iktidar tarafından belirlenen otoriter siyasal zihniyet altında güdümlü yargının unsuru olacağı bir zihniyet ortaya çıkmaktadır.

Avukatlık, niteliği itibarıyla bir “kavga” mesleğidir. Bu mesleğin, meydana gelen hak ihlallerini itina ile kayıt altına aldırmak; bunun için gerekirse kamu makamlarına başkaldırmak, uygulamayı reddederek yeniden hukuk yaratacak bir zihniyeti örgütlemesi gerekmektedir. Bağımsız ve tarafsız savunmayı temsil edecek nitelikte avukatlık, ancak bu yöntemler ile ifa edilebilecek bir meslektir. Mahiyeti itibariyle bir karşı duruşu ve reddiyeyi içinde barındıran savunmanlık mesleğinin genetiği, otorite tanımazdır ve bu meslek siyasal baskıya boyun eğmeyecek iradeyi elinde var etmek durumundadır. Aksi bir durumun kabulü halinde avukatlık, hak ihlali yaratan otorite ile uyumlu çalışan bir adalet –yargı- mekanizmanın dişlisi olma durumuna düşeceğinden, vatandaşın hak arama hürriyeti için meşru bir vasıta özelliğini kaybedecektir. Günümüzde kanunlaşan tasarı ile yapılmak istenilen de tam olarak bu hak ihlali yaratan otoriteyle uyumlu bir savunma oluşturma amacıdır. Her alanda yarattığı hak ihlalleri ile varlığını tazeleyen siyasal otoritenin varlığı, hukuken garanti altına alınmak istenilmektedir. Zira, bağımsız, hak mücadelesi veren avukat, yargısal anlamda bu zihniyetin en büyük düşmanlarından bir tanesidir ve bu misyonu ile mücadele etmeye her zaman devam edecektir.

Av. Olgu Esmer

Av. Mert Ekinci


[1]https://toplumsalhukuk.net/tarih-farkli-soylem-ayni-av-mert-ekinci