Sakın susma, çünkü sırada hep sen varsın ve yalnızca sensin bu halkın umudu … – Av. Ender Büyükçulha

Sakın susma, çünkü sırada hep sen varsın ve yalnızca sensin bu halkın umudu … – Av. Ender Büyükçulha

Sol’un insan hakları mücadelesinde doğan“Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganını hep akılda ve sözde tutmalıyız, üstelik bu ülkede hep en ön sırada olduğumuzu bilerek.

Ceza yargılamasına ilişkin usul kurallarını düzenleyen hukuk dalına “ceza muhakemesi hukuku” veya “ceza usul hukuku” denir. Hukuk öğretisinde bir “kamu hukuku” dalı kabul edilen ceza muhakemesi hukukunun temel ilke ve kuralları, ülkemizde asıl olarak 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) tarafından düzenlenmiştir. Nitekim anılan 5271 Sayılı Yasa, amacını ve kapsamını, ceza muhakemesinin nasıl yapılacağı hususundaki kurallar ile bu sürece katılan kişilerin hak, yetki ve yükümlülüklerini düzenlemek şeklinde ifade etmektedir[1].

Çağdaş ceza muhakemesinin amacı; insan hakları ihlallerine yol açmadan, delilden sanığa giderek, maddi gerçekliğe ulaşmak olarak ifade edilir. Ceza muhakemesi kuralları da işte bu süreçte, suç işlediği yolunda hakkında şüphe bulunan kişi ile devlet arasındaki ilişkiyi, “adil (dürüst) yargılanma” esaslarına uygun biçimde düzenleme iddiasındadır. Diğer bir ifade ile bir suç olayının aydınlatılması, suçu işleyen kişinin ve ona uygulanacak yaptırımların belirlenmesi, ceza muhakemesinin başlıca gündemidir.

Nitekim, ceza muhakemesinin değişmez iki tarafı bulunmaktadır; bunlar “devlet” ve devletin suçladığı “birey/insan”dır. Bu iki taraf arasındaki çatışmanın hukuku yani oyunun kuralları da, ceza muhakemesi tarafından belirlenmektedir. Bu taraflar arasındaki ilişki, doğası gereği eşitsizdir. Ceza muhakemesi, eğer insan hakları ve adalet idealine yaklaşma iddiasında ise, işte bu eşitsiz ilişkiyi eşitleme, bunun içinde güçlü tarafı (devlet) sınırlandırırken, zayıf tarafı (birey/insan) hak ve özgürlüklerle, güvencelerle donatma çabasında olmalı ve bunu başarabilmelidir.

Bu yönüyle, ceza muhakemesi hukukuna, bir başka anlam ve işlev daha yüklenebilir; mevcut ceza muhakemesi hukuku/rejimi, siyasi iktidarın aklından ve kalbinden geçenleri size apaçık verir. Kim ne kadar demokrat, kim ne kadar adil, kim ne kadar insan haklarından yana, bütün bu soruların yanıtları öncelikle ceza muhakemesinin kural ve uygulamalarında, bu kural ve uygulamalara karşı alınan tutumda verilir. Bir anlamda ceza muhakemesi, insan hakları ve demokrasinin barometresi gibidir. Zira, yukarıdaki teknik tanımları daha anlaşılır kıldığımızda ceza muhakemesi; kapınıza polisin ne zaman ve nasıl geleceğini, hangi koşullarda sizi alıp götürebileceğini, ne kadar gözaltında tutacağını ve gözaltında size ne yapıp yapamayacağını belirleyen, can yakıcı bir uygulama alanının kurallarıdır.

Ceza muhakemesinin iki ana akımından, aynı zamanda tarihsel döneminden söz edilebilir. Daha çağdaş bir yönelim olarak kabul edilen “delilden sanığa gitme” yaklaşımı, şüphesiz insan hakları mücadelesinin de bir kazanımı olarak, suçlanan kişiyi temel malzeme görmek ve onunla uğraşmak yerine, teknik/teknolojik olanakları da seferber ederek, asıl olarak maddi olay ve olgulara, delillere yönelir. Şüpheliyi uzun süre gözaltında tutmak, ona baskı ve işkence uygulamak, ondan itiraf elde etmek yerine; aklı ve bilimi kullanarak, ortadaki bir gizemi, elde edilip işlenecek maddi olgularla aydınlatmayı hedefler. Böylece, maddi gerçeğe ulaşırken, insan haklarına da riayet etmiş olur. Bu yönelimde, karanlık nezarethanelerde höyküren eli sopalı polisler yerine, modern laboratuarlarda çalışan beyaz önlüklü adli tıp uzmanları, ana dekoru oluşturur. Taraflar yani devlet ile birey/insan arasındaki eşitsizlik, bu çağdaş yönelimde bir sorun alanı olarak kabul görür ve “silahlarda eşitlik” şeklinde kimi ilkesel yaklaşımlarla mümkün olduğunca giderilmeye çalışır. Bu amaçla, devletin savcısının karşısında; şüpheli ve sanık, ancak asıl olarak savunma avukatı, kamusal eşit bir özne kabul edilerek, hak ve yetkilerle donatılır.

Diğer yönelim ise, sanıktan delile gitmeyi temel yöntem olarak ele alır ve asıl olarak insanlık ve hukuk tarihinin karanlık dönemlerine ait olmasından da kaynaklı, “engizisyon yargısı” adı da verilir. Uzun gözaltı süreleri, dış dünyadan yalıtılmış ağır gözaltı koşulları[2], baskı ve işkence, bu yönelimin vazgeçilmezleridir. Bu muhakeme süreci kabaca şu şekilde işler; şüphelendiğiniz kişiyi gözaltına alır, ağır tecrit koşullarında dış dünyadan yalıtır, işkence ile itiraf elde eder ve bu itiraf üzerine de yargılamayı yapıp hükmü verirsiniz.

Bu ikinci yönelimde, bir suç olayını aydınlatmak ve suçluyu ortaya çıkarmak, çoğu zaman temel amaç da değildir. Ceza muhakemesinin işleyişi, daha derin siyasal ve toplumsal amaçlara hizmet etmektedir. Okura tuhaf gelebilir ancak gerçekten de ceza muhakemesinin amacı, aslında gerçeğe ulaşmak değildir ! En azından her zaman için böyle değildir.

Belki bir gerilim filmi izlediğinizde yada bir polise roman okurken, olaydaki sır perdesini aralayıp cinayeti çözmek, katili yakalayıp adalete teslim etmek, Behzat Ç.[3] yada Sherlock Holmes[4] ve tabi ki izleyici/okuyucu için en önemli mesele olabilir.

Ancak bana sorarsanız, ceza muhakemesinin asıl üstatları, cinayet büro dedektifleri falan değil, siyasi polistir.

Ceza muhakemesinin burada öne çıkan bir diğer amacı da, aslında diğer hukuk disiplinleri gibi, doğrudan egemen sınıfın ve siyasi iktidarın öznel çıkarlarına hizmet etmektir. Bu nedenle bir toplumun tarihinde, günün koşulları hangi ceza muhakemesi yönelimini gerektiriyorsa, o tercih edilecektir. Daha basit bir ifade ile; mesele, gerçekte hiç bir zaman bir cinayeti aydınlatmak değildir; mesele, cinayeti bahane ederek toplumun biat edeceği bir gücü, otoriteyi meşru ve hakim kılmaktır.

Nitekim bir Çek atasözü der ki; zaten “asılan hırsız değil, yakalanandır”.

Faşizmin tercihi, şüphesiz her zaman için değinilen ikincil yönelim olmuştur. Ne zaman ki toplum, çoğu zaman yine egemen sınıfların tercihi ile görece demokratik bir iklimi yaşamaya başladığında ise, diğer çağdaş yönelim moda olur, gözyaşları akıtılır, yasalar değişir, hatta geçmişe lanet okunur.

Türkiye’nin yakın tarihinde, “12 Eylül hukuku” yada genel olarak “darbe hukuku” olarak ifade edilen faşizan ceza muhakemesi kural ve uygulamaları; ancak devamında 90’lı yıllarda görece demokratik bir iklime geçilmeye başlandığı vakit “camdan karakollar”[5] söylemi ile pazarlanan yeni yönelim, bunun güzel bir doğrulayanı olsa gerektir. Nitekim, yasalaşması AKP iktidarına nasip olsa da, gerçekte teknik hazırlıkları daha öncesinde başlayan 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu da; emperyalizmin inşa etmeye soyunduğu “yeni dünya düzeni”nde insan haklarını kavramını araçsallaştırması[6] ve ülke egemen sınıflarının bu düzene eklemlenme çabası, aynı zamanda AKP iktidarının mevcut egemenlik ilişkilerini ve kurumlarını lehine yeniden dizayn etme niyeti paralelinde, 2005 yılında[7] bir “insan hakları devrimi” olarak yürürlük kazanmıştır.

Söz konusu değişim ile; gözaltı süreleri, 15 günlerden 24 saate düşüvermiş; avukatın gözaltı sürecinde şüpheliye hukuki yardım sunma olanakları geniş biçimde tanınmış; “susma hakkı” yasal bir hak olarak benimsenmiş; kolluğun elinden falakası, sopası alınırken, anılan “delilden sanığa ulaşma” yönteminin gereği olan birçok teknik olanak ona verilmiştir. Bu yönelim, bir önceki ceza muhakemesi yasasında da “insan hakları paketleri” adı ile yapılan değişikliklerde kısmen görülse de[8], asıl olarak 5271 Sayılı -yeni- Yasa ile ceza muhakemesi sistemimize kazandırılmıştır.

Peki, ne olmuştur ? Örneğin, ülkemiz ceza muhakemesinin vazgeçilmesi olan işkencenin, bir insanlık suçu olduğu mu fark edilmiştir ? Yoksa işkence, artık rasyonel bir araç olmaktan mı çıkmıştır ?

Bilinmelidir ki her hak ihlali, örneğin işkence; bu eylemi yapan devlet görevlilerinin sadist, insanlık dışı bireysel özelliklerinin yada eğitimsizliğin, cehaletin bir sonucu olan, münferit olaylar değildir. Her hak ihlali, örneğin işkence; siyasi iktidar için rasyonel bir yönetim/egemenlik aracı olduğu için vardır. Bu nedenle işkenceci, gücünü devletten alır ve her daim özünde politik bir eylem olan sistematik işkence, bir devlet politikasıdır.

O halde değişen, siyasi iktidarın yönetme politikasıdır, iktidarını ve egemenliğini yeniden üretme yöntem ve araçlarıdır. Yani yeni dönem ve yeni ihtiyaçlar, yeni kuralları ve yöntemleri gerektirmekte, eskiye nazaran daha rasyonel kılabilmektedir. Şüphesiz bu değişimde, yine çağdışı faşizan ceza muhakemesi uygulamalarının bir sonucu olarak doğan ve asıl olarak 12 Eylül faşizmine karşı sol hareketin refleksini ifade eden ülkemiz insan hakları mücadelesinin de küçümsenmeyecek bir payı bulunmaktadır. İşkence gibi hak ihlallerini artık egemenler için rasyonel olmaktan çıkaran, işkence merkezlerinin kapılarına dayanıp insan hakları talebini yükseltenlerdir de aynı zamanda. Buna, yazının ileriki bölümlerinde zorunlu olarak döneceğiz.

Ancak görülüyor ki değinilen “güzel günler” de kısa sürmüştür. Şimdi AKP iktidarı, yeni bir ceza muhakemesi yönelimini, güncel ihtiyaçlarına rasyonel bir yanıt olarak, gündeme getirmektedir.

5271 Sayılı CMK’yı yasalaştıran AKP iktidarı, bilindiği üzere 21.07.2016 günü saat 01.00 den itibaren 90 gün süre ile geçerli olmak üzere ülke genelinde olağanüstü hal (OHAL) ilan etti. Devamında, ardı ardına yayımlanan kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile de, değinilen niteliği gereği, öncelikle ceza muhakemesi kural ve uygulamalarında köklü değişikliklere gidildi. Lafı dolandırmadan söylemek gerekir ise; o “camdan karakollar” yerini yine pis ve karanlık gözaltı hücrelerine; “delilden sanığa gitme” yöntemi de yine yerini “sanıktan delile gitme”ye, hatta hiçbir yere gidilmese de, en azından elden geldiğince sanığın canını yakmaya bıraktı.

Akla gelebilecek “Eee ne yapsın hükümet ? Adamlar darbe yapmaya kalktı, hükümette olağanüstü tedbirler almasın mı ?[9] şeklindeki bir karşı tezi, “Darbeyi ben mi yaptım kardeşim ?” şeklinde yanıtlayarak, yazıya devam etmek isterim.

OHAL kapsamında çıkarılan şu üç KHK ile[10], asıl olarak ceza muhakemesi alanında yapılan aşağıdaki değişiklikler özellikle dikkate alınmalıdır;

-Gözaltı süresi, 30 güne çıkarıldı.

-Gözaltı süreci sona ermiş ve tutuklanmış olan şüphelinin, bulunduğu ceza infaz kurumundan yeniden gözaltına alınması olanaklı kılındı, bir anlamda sürekli bir gözaltı durumu yaratıldı.

-Gözaltındaki şüphelinin avukatı ile görüşmesine, 5 gün süre ile kısıtlama getirildi.

-Avukatının şüpheli ve sanık müvekkili ile görüşmesinin izlenmesi ve kayda alınması olanağı getirildi.

-Avukatın soruşturma dosyasını inceleme ve örnek alma hakkı daha da sınırlandı.

-Kolluk güçlerinin ifade almada yetkisi arttırıldı, yeniden ifade alması olanaklı kılındı, gözaltı sürecinin en etkin ve sürece mutlak hakim olan öznesi kolluk gücü kılındı.

-Arama, el koyma, teknik araçlarla izleme, gizli soruşturmacı görevlendirme gibi tedbirlerde savcının ve tabi ki kolluğun yetkisi arttırıldı, zaten sınırlı olan hukuki denetim olanakları ise neredeyse sıfırlandı.

Ceza muhakemesi alanında değerli bir bilim insanı ve avukat, aynı zamanda benim de hukuk fakültesinde hocam olan Prof. Dr. Eralp Özgen, birlikte savunman olarak görev aldığımız bir ceza davasında, Yargıtay 9. Ceza Dairesi önünde savunmasını yaparken, 15 gün gözaltında tutulmuş müvekkillerimiz ile ilgili şu soruyu sormuştu yargıçlara; “Polisler, 15 gün boyunca bu çocuklarla ne yaptılar sizce? Neden 15 günlük gözaltı süresine ihtiyaç duydular?”. Murafaanın yapıldığı salondaki herkes, tabi ki yargıçlar da biliyordu sorunun yanıtını ve o gün ben bir kez daha, bu memlekette hukukun aslında “guguk” olduğunu anlamış oldum.[11]

Sizce, şimdi 30 gün ne yapacaklar ? Neden 30 gün gözaltı süresine ihtiyaçları var ?

Peki neden, bir avukat, gözaltında tutulan kişiyi görsün, aynı zamanda gözaltında yada cezaevinde bulunan şüpheli de avukatı ile rahat rahat konuşabilsin istemezler ?

Peki, zaten tutuklanıp cezaevine konmuş bir kişiyi yeniden gözaltına almayı neden isterler ?

Bizzat hükümet yetkilileri, anılan OHAL KHK’ları ile ceza muhakemesinde bu değişiklikler yapılmadan önce yani 15 Temmuz darbe girişiminin hemen sonrası günlerde, darbe girişiminden kaynaklı 13 bin civarı yakalama ve gözaltı, 6 bine yakın da tutuklama yapıldığını ifade etti[12]. O halde, mevcut -olağan- ceza muhakemesi kuralları ile; yani olağan gözaltı süresi, olağan soruşturma ve gözaltı rejimi, mevcut hukuki denetim vs. ile işlerin gayet güzel yürüdüğü/yürüyebileceği görülmektedir.

Şimdi ortada öyle gözaltına alınacak çok kişi de kalmadıysa eğer, acaba elebaşı Fettullah Gülen iade edilir de, onu 30 gün tutarız, darbe yaptırdığına pişman ederiz diye mi getirildi bu düzenlemeler ? O zaman alın size bir komplo teorisi; suçluların iadesine dair -Türkiye tarafından da benimsenen- uluslararası hukuki ilke ve kurallar, iade edilecek kişiye iade edilen ülkede uygulanacak ceza muhakemesi kurallarını ve bu kapsamdaki insan hakları standartlarını, temel bir iade kriteri kabul etmektedir. Nitekim, 6706 Sayılı Cezai Konularda Uluslararası Adli İş Birliği Kanunu, iade edilecek (geri verilecek) kişinin, işkence veya kötü muameleye maruz kalacağına dair kuvvetli şüphe sebeplerinin bulunmasını, Türkiye için bir iade engeli görmektedir[13]. Bu, Türkiye için böyle olduğu gibi, ABD için de böyle olacaktır. O halde AKP hükümeti, OHAL kapsamında yürürlük kazandırdığı söz konusu yeni ceza muhakemesi kuralları ile, FETÖ örgütü elebaşısı olarak gördüğü Fettullah Gülen’in iade edilmemesini mi amaçlamaktadır ? En azından neden bu konuda ABD’nin eline koz vermekte, kendi elini ise zayıflatmaktadır ?

Değinilen bütün bu ceza muhakemesi değişikliklerinin; öncelikle sırf kendisi doğrudan bir işkence, ağır bir hak ihlali kabul edilen “tecrit gözaltısı”nı geçerli kıldığı; tecrit gözaltı uygulamasının ikiz kardeşi olan ya da başka bir anlatımla biri olmadan diğeri yaşayamayan “işkence ve kötü muamele” uygulamalarının kapısını da böylelikle sonuna kadar açtığı; soruşturma evresini, hukuki denetimden ve hukukçularının denetiminden, özellikle avukatların (savunmanların) gözünden ve müdahalesinden kaçırıp, her haltın yenebileceği bir karanlığa gömdüğü; böylelikle muhakeme oyununda/çatışmasında, birey/insan karşısında kolluğu (devleti) mutlak güç yaptığı görülüyor.

Neden yapıyorlar bunu ?

Gerçeğe, adalete ulaşmak için mi? Suç olayını aydınlatmak, suçluyu bulup hak ettiği cezayı vermek için mi? Ortada, daha insani, daha efendi muhakeme kuralları ile başedemeyecekleri bir komplike suç olayı mı var? Bir diğer ifade ile, 15 Temmuz günü, darbe emrini veren paşaları, F-16 yı uçuran pilotları, tankı kullanan askerleri ve özel yada kamuda makam mevki sahibi olan sair işbirlikçilerini bir bir bulup ortaya çıkarmak için mi bütün bunlar? Oysa, her birini onlar getirmedi mi oralara? Her biri ile siyasi ve eylemsel birlik içinde değiller miydi düne kadar? Kim olduklarını, hangi siyasi yapıya mensup olduklarını bilmedikleri düşünülebilir mi ?

En başta da açıklamaya çalıştığım gibi, çağdışı faşizan ceza muhakemesi kurallarına ve beraberinde ağır insan hakları ihlallerine; bir politika, bir yönetim tarzı olarak ihtiyaç duymaktalar ve bu açıdan bütün bunlar da, siyasi iktidar için rasyonel bir tercih olarak varlık kazanmaktadır. Çünkü, bir suçu aydınlatmaya değil; gerçekte bir suçu/suçluyu bahane ederek, toplumun korku ile biat edeceği bir gücü, mutlak bir otoriteyi meşru ve hakim kılmaya, her zamankinden fazla ihtiyaçları var.

Öyle ya, güzel memleketin başına açtıkları belalar, artık bir değil, on değil; yönetememe krizleri, dünya alemin dilinde. Yalnızca, “kaosa karşı istikrar” vaadi ile iktidara geldikleri son seçimler sonrası olanlara baksanıza; mitinglerden düğünlere, havaalanlarından turistik mekanlara değin, patlayan bombalarla onlarca katliam, yüzlerce can kaybı; Suriye’de bataklığa saplanma, Rusya ile savaşın eşiğine gelme; bir de düne kadar ittifak içinde oldukları siyasi ortakları ile süre gelen iktidar kapışmasının sonucu olan bir askeri darbe girişimi. AKP iktidarının yalnızca son birkaç yılını kaleme alacak olan bir tarihçi yazarın, vay haline ! Eğer vadettikleri “istikrar” bu ise, “kaos” nasıl bir şeydir ki ?

Bu nedenlerdir ki mevcut siyasi akılları; bir yanda “milletimiz bizi af etsin” deyip, hatta ana muhalefet partisine gülücükler, öpücükler göndermeyi gündeme alırken; bir yandan da topluma sopa gösterme ihtiyacını görüyor. Bir yanda mazlum, garip edası ile mırıldanırken; bir yanda da -suçlarını ve sorumluluklarını bastırmanın derdi ile- öfke ile bağırıp çağırıyorlar, çünkü çok korkuyorlar[14].

Korkularını, bir korku imparatorluğu kurarak, az da olsa hafifletme, en azından günü kurtarma çabasındalar.

İşte bu nedenledir ki, ülkenin umudu, Sol’dur !

En kötüsünü, belki en az onlar kadar, belki onlardan da kötüsünü, biz görmedik mi ?

650 bin gözaltı ve işkence, 400 den fazla işkencede ölüm, 17 yaşında çocukların da dahil olduğu onlarca idam, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar; 12 Eylül askeri darbesinin, asıl olarak sola ödettiği bedel değil mi ?[15]

Bütün bunlar ve sıkıyönetim mahkemeleri, devamında Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM’ler), siyasi kolluk, ağır gözaltı süreçleri ve işkenceyle elde edilen ifadelere dayanan siyasi yargılamalar, asıl olarak solun mücadele gündemi olmadı mı?

Bu nedenle, sırf bir etki-tepki denklemi olarak ele alınsa dahi, faşist hukuk uygulamalarına ve hak ihlallerine karşı, insan hakları ve özgürlükler mücadelesini, kuramsal ve eylemsel olarak, bu topraklarda bizler var etmedik mi ?

Ve -az yada çok- başarmadık mı ?

İnsan hakları ve özgürlükler kavramlarının siyasal ve toplumsal yaşamda meşru ve egemen kılınmasında; Türkiye’nin, daha insancıl bir hukuk sistemine yaklaşmasında; asıl pay sahibi olan, Türkiye Solu’nun bu alana özgü söylemi ve eylemi, sergilediği direnç değil midir? Hak ihlallerini ve faşizan ceza muhakemesi uygulamalarını egemenler için rasyonel bir tercih olmaktan çıkaran nedenler içinde, bu gerçekliğin hiç mi payı yok ?

İçinde bulunduğumuz OHAL süreci ve karşımıza çıkarılan faşizan hukuki yapı, somut örnekleri de görülmeye başlandığı üzere, gündemdeki FETÖ örgütü dışında, toplumun ilerici muhalif kesimlerine yönelmekte. Bu tespite katılmayanlar yada olayın nasılsa bizim mahallede vuku bulmadığını, yukarı mahallede cereyan eden bir kavgaya dair fazlaca kafa yormanın da önemli ve öncel bir mesele olmadığını düşünenler olabilir. Hatta görülmekte ki, kopmakta olan kızılca kıyamet içinde kendilerine yeni olanaklar, çıkarlar, fırsatlar görenler dahi olmakta. Son süreçte Saray’ın kapısını çalan, Saray’da misafir olan kimi siyasi aktörler, belli ki kendi özgün ajandalarını izlemekteler. AKP iktidarının, sırf eleştiriye tahammülsüzlük ile yasakladığı adli yıl açılışının, şimdi tekrar ancak Saray’ın icazeti ile, üstelik fiziki/mekânsal varlığı ile hukuksuzluk abidesi olan “kaçak” Saray’da yapılacak olmasını, ilerici hukuk değerleri adına bir başarı olarak görmenin ve heyecanla karşılamanın, başka nasıl bir izahı olabilir ki ?[16]

Oysa, siyasi iktidarın ve ülke egemenlerinin çıkarları ile çatışan bütün talepler; emek gündeminden çevreye değin, barış talebinden laikliğe değin, tarafları ve safları en baştan belli olan ve halen de süren, sürecek bir kavgayı işaret etmekte. Siyasi iktidarın şimdi OHAL uygulamaları ile meşru kılmaya çalıştığı baskıcı iklimi de, dün olduğu gibi yarın da öncelikle sol ilerici muhalefet kesimlerinin solumak durumunda kalacağı son derece açık.

Her şey bir yana, Sol’un, bu ülkeyi daha özgür ve eşit kılma ihtimali, siyasi iktidarın ve ülke egemenlerinin şüphesiz en büyük ve her daim güncel korkusu olsa gerek. Ve söylediğim gibi, korkularını bastırmak adına bir korku imparatorluğu yaratmaktalar. “Kızım sana söyledim, gelinim sen anla” misali, bu gün ya da belki yarın, ne kadar kötü olabileceklerini, en çok bizlere gösterme derdindiler. Üstelik, topluma yönelmiş ağır bir tehdit olan bu kötülük potansiyellerini, bir yandan da aslında ne kadar iyi, saf, kandırılmış, mağdur, mazlum vs. olduklarına da inandırarak yapabildikleri ve daha dün kötülüklerinden nasibini almış bir çok kişi ve kesimi de dolmuşa bindirebildikleri için, AKP iktidarını kutlamak gerekir.

Yahu bu OHAL ne güzel imiş ? Biz bunu neden Gezi olaylarında düşünemedik ?” demişler midir sizce ? Bence demişlerdir. Ya da şimdi, “Hadi bakalım, bir daha Gezi falan yapın da görün” demektedirler.

Tarafı olmadığımız bir alçak iktidar kavgasında zoraki bir taraf olmak için değil, ancak bu bahane ile yaratılan korku hukukunun asıl hedefi ve mağduru olduğumuzu/olacağımızı bilerek, ülkeyi bu korku ikliminden kurtarmanın güzel yarınlara uzanmanın ön koşulu olduğunu da görerek, akılcı ve -her şey bir yana- vicdani bir tutumu almak kaçınılmaz.

Ancak korkmadığımızı, bizi korkutmaya çalışanlara ve belki de korktuğumuzu düşünenlere, hemencecik göstermek gerekiyor. Ancak böylelikle ülkeyi ve tabi ki ceza muhakemesini de, az çok “normalleştirme” olağanımız olacaktır.

Bunun için, her kesime, tabi ki öncelikle hukuk ve insan hakları çevrelerine, acil görevler düşüyor.Yaşama geçirilen “darbe hukuku”na karşı, insan hakları ve özgürlükler adına, etkin bir direniş ve eylemsellik gerekiyor.

Sol’un insan hakları mücadelesinde doğan“Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganını hep akılda ve sözde tutmalıyız, üstelik bu ülkede hep en ön sırada olduğumuzu bilerek.

Sakın susma, çünkü sırada hep sen varsın ve yalnızca sensin bu halkın umudu …

[1] Bkz. 5271 Sayılı CMK m. 1

[2] “Tecrit gözaltısı” yada “incommunicado”

[3] Yaratıcısı yazar Emrah Serbes.

[4] Yaratıcısı İngiliz polisiye roman yazarı Sir Arthur Conan Doyle

[5] DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel’in 1991 genel seçimlerindeki ana siyasi söylemlerinden; “Bütün karakol duvarları camdan olacak. Herkes hakkını arayabilecek. Herkes düşündüğünü özgürce söyleyebilecek, yazabilecek”.

[6] Bu konuda okunması gereken bir makale; “1990’larda İnsan Hakları; Sorunlar ve Yönelimler”; Yasemin Özdek, TODAİ yayınları

[7] 1 Haziran 2005

[8] Bir önceki ceza muhakemesi yasası olan 1412 Sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK), 1929 tarihlidir. Ancak, özellikle 90’lı yıllarda sık sık değişikliklere uğramış, toplamda bu yasada 27 değişiklik yapılmıştır.

[9] Geçenlerde “Ne olacak bu memleketin hali ?” geleneksel gündem başlığında kısa bir sohbet yaptığımız bir taksici, KHK’ları eleştirince söyledi bana bu sözü. Yazıda yer verdiğim yanıt üzerine de “Tabi sen de haklısın abi” dedi.

[10] 667, 668 ve 670 sayılı KHK lar. Daha ayrıntılı incelemek isteyenler için; bkz. 667 Sayılı KHK m. 6, 668 Sayılı KHK m. 3, 670 Sayılı KHK m. 8.

[11] “Mecliste pankart açan öğrenciler” yada diğer bilinen adıyla “Kalemli çete” davasından bir anıdır.

[12] Başbakan Binali Yıldırım’ın 23.07.2016 günü kamuoyu ile paylaştığı ve basın-yayın organlarında yer alan veriler.

[13] 6706 Sayılı Yasa m. 11/1b

[14] Tabi ki burada aklıma, sizler gibi benim de, Nazım’ın o ünlü dizeleri geldi;

Mussolini çok konuşuyor Taranta – Babu!
Tek başına 

yapayalnız 
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup 

korkuyla yanarak 
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu
çok korktuğu için 

çok konuşuyor!

[15] İHD ve TİHV verileri dikkate alındı.

[16] Bu yazı kaleme alırken Türkiye Barolar Birliği (TBB), sarayda yapılacak adli yıl açılışına katılmayacağını ilan etti. İşte asıl bu heyecan verici ve sevindirici.