“Kendisinden olmayanı ‘düşman’ ilan ederek ihraç etme temel yöneliminin, en uç mantıksal sınırına dayanması” olarak ifade edilebilecek bu düşüncenin y
“Kendisinden olmayanı ‘düşman’ ilan ederek ihraç etme temel yöneliminin, en uç mantıksal sınırına dayanması” olarak ifade edilebilecek bu düşüncenin yaşam bulması halinde, şimdiye kadar gözlenebilir olmayan sonuçların oluşması muhtemeldir”
Nihayet bu da oldu ve Erdoğan, “teröristler”in vatandaşlıktan (da) çıkarılması için yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğini vazetti. Eğer bu bir şaka değilse, ki öyle olmadığı anlaşılıyor, “terörist” olduğuna karar verilen kişiler, vatandaşlıktan da çıkarılacaklar ve böylece, devlet ile aralarındaki hukuki bağ sıfırlanmış olacak.
“Vatandaşlıktan çıkarma” niyeti, “terörle mücadele” adı altında yapılan düzenlemelerden ve önlemlerden, niteliksel olarak farklıdır ve yaşama geçirilmesi, siyasal/hukuksal /toplumsal bağlamlarda “başka bir anlama” gelecektir.
‘Makbul olmayan vatandaş’tan ‘vatandaş olmayan’a…
En basit haliyle, “bireyin devletle kurduğu hukuki bağ”ı ifade eden vatandaşlık, yurttaşlık bu tanımıyla dahi, insanlık tarihinin belirli bir tarihsel kesitine ait olduğunu ele verir: Burjuva sınıfının yükselişi ve iktidarı alması, feodalizme özgü “teba” anlayışının yerle bir oluşu, ulusçuluk süreçleri ve ulus devletlerin yaygınlaşması, insan hakları bildirgelerindeki “hak ve özgürlüklerin sahibi ve taşıyıcısı” olarak yurttaş vs… Gerek Anglo Sakson geleneğinde vurgulanan “siyasal katılım” süreçlerinin, gerekse de Kıta Avrupası geleneğinde öngörülen “hukuki eşitlik” düşüncesinin öznesi ve simgesi olarak “yurttaş”, burjuva hak ve özgürlüklerinin ve bunların kullanımının salt hukuksal-biçimsel bir kategorisi olarak varolur ve bu haliyle, hem tarihsel bir ilerlemeyi temsil eder ve hem de “gerçek ve yaşayan” bir insanı temel almaması oranında da yetersiz ve eksik kalır.
Türkiye’de “vatandaşlık” ise hep “sorunlu” bir kategori olarak varolageldi: Anayasalarda “Türklük/ Türk kültürü/Türk milleti” temellendirmeleriyle, bireyin devletle kurduğu hukuki bağı sürekli dolayımlayan anlayış, fiiliyatta hak ve özgürlükleri kullanma ehliyetini de “makul yurttaşlar”a bahşetmiştir: Kabaca, Türk, Sünni, varlıklı, erkek ve yerleşik nizamı benimseyen “yurttaşlar”, “makbul vatandaşlar” olarak yaşamlarına devam ederken, yoksul ve ezilen sınıflara ait, kadın, Türk olmayan, Sünnilik dışı inançlara mensup veya sistemle barışık olmayan sınıf, birey ve topluluklar, “devlet dersinde sınıfta kaldılar”. Bu açıdan, “makbul olmayan vatandaşlar” ile “devlet” arasındaki ilişki, “baskı/baskıya karşı direnme” diyalektiğiyle biçimlendi.
Yine de bu toplumsal sınıf ve topluluklara ait bireylerin devletle kurdukları hukuki bağ, (salt hukuki bağ düzeyinde) hep “esas” oldu. Devlet, uluslararası metinlerle de güvence altına alınmış bu “bağlı kalma durumu”nu, ancak istisnai durumlarda sonlandırma yolunu seçti: Komünist Nazım Hikmet’in, Sovyetler’den yürüttüğü vatan hainliği faaliyetleri nedeniyle Bakanlar Kurulu kararıyla yurttaşlıktan çıkarılması veya yurtdışındaki binlerce devrimcinin 12 Eylül faşizmi tarafından aynı muameleye tabi tutulmasında olduğu gibi, ağırlıklı olarak “yurtdışındaki yurttaşlar”, yabancı devletler için yürüttüğü isnat olunan faaliyetleri gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldılar.
Şimdi, bu uydurma gerekçelerin kapsamının “terörle mücadele” adı altında, kapsam, kişi ve coğrafya açısından genişletilmek istendiği anlaşılıyor.
‘Yerli Faşizm’
“Terörist” olduğuna “karar verilen” bir kişi için bunun bağımsız yargı(!) tarafından mı kararlaştırılacağı, yoksa örneğin bir polis fezlekesinin yeterli mi olacağını, Saray belirlemek isteyecektir. Ülke içinde iken vatandaşlıktan çıkarılması, asıl olarak Kürt Siyasal Hareketi ile yürütülen savaşla ve bu savaşın bir parçası olarak biçimlenen, öte yandan “terörle mücadele” sistemi içindeki (emperyalist-kapitalist) diğer ülkelerde de uygulama alanı bulmayan ve “milli polis, milli yargı” gibi tartışmalar eşliğinde gündeme gelen, “yerli bir proje”dir.
Bu düşünce, bireylerin, egemenlerin keyfiyetle verecekleri bir kararla “terörist” olduğuna kanaat getirilmesiyle (bu bireyler, salt hakkını- hukukunu savunan halk sınıflarının içinde olduğu için de ‘terörist’ ilan edilebilir ve uygulamada yaygın olan da ve esasen ‘terörle mücadele’ düşüncesinin varlık temeli de budur), ülkeleriyle aralarındaki hukuki bağın sonlandırılması temeline dayanmaktadır. Bugüne kadar, “İlkesel muhaliflerle, Terörle Mücadele Yasaları yoluyla ve olağanüstü soruşturma ve yargılama yöntemleriyle mücadele edilmesi” biçiminde özetlenebilecek temel yöntem, hem de uluslararası-emperyalist “terörle mücadele” sisteminin de işleyişini aksatabilecek biçimde değiştirilmek isteniyor. Bu bireylerin, soruşturulmasının ve yargılanarak cezalandırılmasının gerek koşulu olan “hukuk içinde tutulma” durumu dahi ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. “Kendisinden olmayanı ‘düşman’ ilan ederek ihraç etme temel yöneliminin, en uç mantıksal sınırına dayanması” olarak ifade edilebilecek bu düşüncenin yaşam bulması halinde, gerek toplumsal mücadelelerin seyri ve yönelimi ve gerekse de sistemin ulusal/uluslararası işleyişi açısından, beklenmeyen ve şimdiye kadar gözlenebilir olmayan sonuçların oluşması muhtemeldir.
Faşizmin, elindeki hukuki enstrümanların kendisi açısından yarattığı olanakları dahi tahrip ederek, gözü kararmış biçimde, yeni baskı uygulamalarını yaşama geçirmesi, sonucu değiştirmeyecektir: “Faşizm, bükemediği her yürekte yenilecektir”.
Av. Denizer Şanlı
Bu yazı, 28.04.2016 tarihinde Sendika.org sitesinde yayımlanmış ve oradan alınmıştır.