İklim mültecileri ve uluslararası hukuktaki boşluklar – Benjamin Glahn (ibanet.org)

İklim mültecileri ve uluslararası hukuktaki boşluklar – Benjamin Glahn (ibanet.org)

İklim değişikliği kaynaklı kitlesel göçlere ilişkin tahminler şok edici – 2050 itibariyle 200 milyon kişi – ve bu tahminler, iklim mültecileri olarak bilinen yeni bir yerinden edilmiş insanlar kategorisinin benimsenmesine sebep oldu

İklim değişikliği kaynaklı kitlesel göçlere ilişkin tahminler şok edici – 2050 itibariyle 200 milyon kişi – ve bu tahminler, iklim mültecileri olarak bilinen yeni bir yerinden edilmiş insanlar kategorisinin benimsenmesine sebep oldu.

19 yıl önce, BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ilk değerlendirme raporunu yayınladığında, raporun yazarları, büyük çaplı ve küresel göçlerin, iklim değişikliğinin dünya güvenliği üzerindeki ‘en büyük etkisini’ teşkil edebileceği belirtiyordu.

Artık bunların sağlam temellere dayalı endişeler olduğuna dair giderek artan bilimsel kanıtlar mevcut. Bu yıl Mart ayında, Kopenhag’daki iklim bilim zirvesi sırasında, uzmanlar deniz seviyesindeki yükselmeye dair eski tahminlerini, IPCC’nin iki yıl önceki tahminlerinin üç katına artırdılar. Şubat’ta, önde gelen İngiliz ekonomist ve Stern Review on the Economics of Climate Change yazarı Nick Stern, iklim kaynaklı göçün kitlesel ölçekte yaşanacağı uyarısında bulundu. ‘4, 5, 6 derecelik sıcaklık artışlarından bahsediyorsak, bu yüz milyonlarca, belki de milyarlarca insanın taşınmak zorunda kalacağı anlamına geliyor’ diyor Stern. ‘Dünyanın, yaşanacağı öngörülen zaman aralığında, bu tür bir nüfus hareketi ile baş etmesi mümkün değil.’

Bu tür öngörüler ve bunlara eşlik eden insani kaygılar, iklim değişikliği meselelerinin giderek genişleyen terminolojisine yeni bir kavram da kazandırdı: ‘iklim mülteciliği’.

Ancak uluslararası yardım topluluğu içinde, ‘iklim mülteciliği’ kavramı sorunlu ve tartışmalı. Sorunlu çünkü mevcut uluslararası mülteci ve sığınma hukukunda hiçbir hukuki dayanağı yok, tartışmalı çünkü içerdiği sorunların nasıl çözüleceğine dair pek az görüş birliği var. Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca, sayısız politika araştırmacısı ve insani yardım kuruluşu, ‘iklim mültecilerinin’ uluslararası mülteci ve göç politikasının çatlaklarına düşme riski içindeki tanınmamış bir göçmen kategorisini teşkil ettiklerine işaret ederek, bu sorunlardan bazılarına yanıt üretmeye çalıştılar. Birçokları 1951 BM Mülteci Konvansiyonu ile bu konvansiyonun 1967 Protokolü’nü ‘iklim mültecilerini’ içerek şekilde genişletme önerisini dahi yaptı. Ancak şu ana değin ufukta bir mutabakat ihtimali bile belirmiş değil. Uluslararası Göç Örgütü’nün Göç ve İklim Değişimi raporunun yazarı Oli Brown’ın yazdığı üzere: ‘sorunun kapsamını göz ardı etmeye yönelik kolektif ve bakıldığında başarılı da olan bir çaba söz konusu… bugüne değin zorunlu iklim göçmenleri için uluslararası toplumda hiç “ev” olmadı, kelimenin ne gerçek anlamında ne de mecazi olarak.’

Koruma sorunları?

Şu anda, ‘iklim mültecisi’ kavramı konusundaki temel sorun, mevcut uluslararası hukukta resmen tanınmış bir kategori olmaması. İklim değişikliği sebebiyle uluslararası sınırları geçen insanların korunmasını ve bu insanlara yardım edilmesini sağlayabilecek hiçbir yasal çerçeve, konvansiyon, protokol ve spesifik kılavuz yok ve mevcut uluslararası insani hukuk çevresel kaynaklı bazı yerinden olma vakalarına uygulanabilir durumdayken, mültecilere verilmiş mevcut haklar – özellikle de uluslararası insani yardım ve geri dönme hakkı – onlar için geçerli değil. Oxford Üniversitesi Mülteci Çalışmaları Merkezi Direktörü Roger Zetter’in Forced Migration Review’de yakın zamanda yazdığı üzere:

Çatışma, zulüm, doğal afetler ve imar projeleri nedeniyle zorla yerinden edilmiş insanların haklarını korumaya yönelik sağlam temellere sahip uluslararası, bölgesel ve ulusal hukuki enstrümanlar, anlaşmalar ve normlar mevcut. Dolayısıyla, iklim kaynaklı çevresel değişim sebebiyle göçmek zorunda kalan insanları korumak için benzer bir çerçevenin olmaması şaşırtıcı.

Fakat birçok açıdan aslında şaşırtıcı değil. Mevcut uluslararası hukuk rejimi ve özellikle de Mültecilerin Statüsüne ilişkin 1951 Konvansiyonu ile 1967 Protokolü, iklim değişikliğinin tehlikelerinin henüz bilinmediği bir dönemde hazırlandı. 1951 Konvansiyonu, özel olarak zulme karşı koruma sağlar ve ‘mültecilerin’ resmi olarak tanınması bu nedenle çok açık bir hukuki kategori ile sınırlıdır – esasen yalnızca ‘ırk, din, milliyet, belirli bir sosyal gruba veya siyasi görüşe mensubiyet sebebiyle eziyet göreceğine dair sağlam temellere dayanan bir korkuya sahip ve vatandaşı olduğu ülkenin dışında olan ve bu korku sebebiyle o ülkenin korumasından faydalanamayan veya faydalanmak istemeyen’ kişiler.

Dolayısıyla, ne iklim değişikliğinin ne de çevresel tahribatın şu anda mülteciler ve sığınmacılar için koruma sağlayan kilit önemdeki yasal anlaşmalar veya normların hiçbirinde geçmediğini net şekilde ifade etmek gerekir. Yani ‘iklim mültecisi’ kavramının kullanımı, hiçbir mevcut uluslararası anlaşma, konvansiyon veya enstrüman kapsamında hiçbir hukuki geçerliliğe sahip olmayan yarı-tanımlayıcı bir açıklamadan başka bir şey değil. Daha da önemlisi, uluslararası alanda, bu yeni, tanınmamış göçmen ‘kategorisi’ için hizmet sağlayabilecek ve haklarını savunabilecek hiçbir yapısal süreç mevcut değil.

Ancak çevresel veya iklim felaketlerinden kaçmak zorunda kalanlara yönelik olarak mevcut enstrümanlar dahilinde koruma bulunabilecek yer, ülkesinde yerinden edilme vakaları. Daha spesifik olarak, birçok uzman 1998 tarihli Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler’in kendi ülkelerinin sınırları içinde göç etmek zorunda kalmış insanlar için aslında uygun koruma sağlayabileceğine inanıyorlar. Uluslararası hukuk normları ile insan hakları hukukunun bağlayıcı olmayan bir sentezi olan Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, kendi ülkelerinin sınırları dahilinde yerinden olmuş kimselere koruma ve yardım sunuyor. Ülke İçinde Yerinden Olmaya Dair Brookings-Bern Projesi eski Direktör Yardımcısı Khalid Koser, ‘kendi ülkeleri içinde iklim değişikliği nedeniyle yerinden olan insanlara yönelik normatif çerçevenin, ülkelerinin dışına göçmek zorunda kalan insanlar için olduğundan daha iyi olduğunu’ savunuyor. Yani, ülkeleri içinde yerinden olanlar ülke içinde yerinden olmuş kimseler (IDP’ler) olarak nitelenir ve dolayısıyla uluslararası insani hukuk tarafından 1998 tarihli Yol Gösterici İlkeler kapsamında korunurken, belirli zulüm formları haricinde sebeplerle uluslararası bir sınırı geçmek zorunda kalanlar ise korunmuyor. Ülke içinde yerinden edilmiş kimselerin insan hakları konusunda BM Özel Temsilcisi Walter Kälin şöyle diyor: ‘Mevcut insan hakları formları ve Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, kendi ülkelerinde zorla yerinden edilmişler için yeterli koruma sağlamaktadır… [ancak] ana zorluk, uluslararası olarak tanınmış ülke sınırlarını geçenler için geçerli normatif bir çerçeveyi netleştirmek ve hatta geliştirmektir.’

Boşluklar doldurulabilir mi?

‘İklim mültecisi’ne yönelik resmi bir tanımlama ve uluslararası hukukta bir tür resmi tanıma olmaksızın, iklim değişikliği sonucu uluslararası sınırları geçerek göçmek zorunda kalan kimseler, Uluslararası Göç Örgütü’nün de belirttiği üzere, ‘uluslararası sistemde neredeyse görünmez kalmaya devam edebilir ve kendi ülkelerinde siyasi zulme uğradıklarını kanıtlayamadıkları için sığınma hukukunun çatlakları arasına düşerler.’

Ancak şu anda, ‘iklim mültecisine’ yönelik korumalar konusunda uluslararası alandaki tartışmaları ileri taşıyabilecek ve uluslararası hukuktaki boşlukları doldurabilecek en azından üç olasılık mevcut gibi görünüyor. İlk seçenek, Mültecilerin Statüsüne dair 1951 Konvansiyonu’nu iklim (veya çevre) mültecilerini de içerecek ve politik zulüm nedeniyle kaçan mültecilerle aynı hukuki korumaları sunacak şekilde gözden geçirmek. UNHCR, mültecilere yönelik uluslararası hukuki korumaları zayıflatabileceğini ve iklim değişimi ile göç arasında yanıltıcı olabilecek bir bağlantı kurduğunu ileri sürerek bu seçeneğe karşı çıkıyor. UNHCR Kıdemli Politika Danışmanı José Riera’ya göre, 1951 Konvansiyonu’nu yeni tanımları içerecek şekilde değiştirmeye gerek yok; bunun yerine, haklar ve korumalar arasındaki mevcut boşlukların analiz edilmesi yönünde acil bir ihtiyaç mevcut. ‘İklim değişimi ve yerinden olma söz konusu olduğunda,’ diyor Riera, ‘mevcut terminolojimiz ve mevcut korumalarımız var. İnsanları oldukları şeyden başka şekilde adlandırmamıza gerek yok, onlar yerinden edilmiş kimseler.’ Kısacası, UNHCR, çevresel tahribatı ve iklim değişikliğini zorunlu, sınır ötesine göçlere neden olabilecek bir durum olarak kabul ederken, bunların uluslararası hukuk kapsamında mülteci statüsü vermek için dayanak yarattığını düşünmüyor.

Daha heveskâr ikinci bir seçenek ise, iklim veya çevre ‘mültecileri’ için belirli haklar ve korumalar sağlamaya çalışacak tamamen yeni bir konvansiyonun müzakere edilmesi. Bu yaklaşımın sayısız ciddi problemi var. Birincisi, Walter Kälin’in de işaret ettiği üzere, mevcut uluslararası hukukta zorla yerinden edilmiş insanlarla gönüllü olarak göç edenler arasında ciddi bir ayrım söz konusu. Yavaş bir seyir izleyen afetlerde (kıtlık ve tarımsal alanların tahribatı gibi), bu, ayırt edilmesi son derece zor bir fark demek. Ayrıca, ‘iklim felaketleri’ ile ‘doğal afetler’ arasında bir ayrım yapılması da zor oluyor. Kälin, ‘En azından şu an için ve yakın gelecekte belirli bir afetin iklim değişikliği olmaksızın olup olmayacağını belirlemek imkânsız’ görüşünü savunuyor. Bu da, yeni bir ‘iklim mültecisi’ konvansiyonu kapsamında uluslararası topluma yönelik belirli yükümlülük ve sorumluluklar belirlenmesini müzakere etmeyi aşırı ölçüde zor hale getirmektedir. Ve son olarak, uluslararası insani yardım topluluğu içinde, yeni bir konvansiyonun mümkün veya önerilebilir olduğuna dair çok az görüş birliği var gibi görünmektedir. José Riera’nın da dediği gibi: ‘Uluslararası düzeyde, yeni normlar ve korumalar getirecek yeni bir sürece girişme konusunda bir istek olup olmadığı büyük bir soru… Korkarım ki bu konuda sıfır iştah söz konusu.’

Üçüncü ve belki de son seçenek, 1998 tarihli, Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler örneğini izlemek ve mevcut uluslararası hukuk mekanizmalarının bir sentezini geliştirmektir. IDP’ler Konusunda Yol Gösterici İlkelerde olduğu gibi, bu seçenek, ‘çevresel nedenlerle yerinden olmuş kimseleri’ koruyabilecek, bağlayıcı olmayan fakat evrensel olarak kabul görmüş bir ilkeler manzumesi oluşturmayı içerecektir. Şu anda, bu seçenek, Roger Zetter’ın da yazdığı üzere, en olası ve uygun uluslararası hukuk yaklaşımını temsil ediyor görünmektedir: ‘1998 tarihli Yol Gösterici İlkeler … yalnızca kendi çapında temel bir başlangıç noktası olmakla kalmamakta, aynı zamanda, “çevresel nedenlerle yerinden olmuş” kimselerin haklarını korumak için, geniş bir uluslararası enstrümanlar yelpazesinden normlar ve ilkeler toplama ve benimseme konusunda bir model de teşkil etmektedir.

Tahminler

Ancak bu seçeneklere rağmen, halen önemli sorunlar mevcut. Olası ‘iklim mültecisi’ sayısına dair tahminler – 2050 itibariyle 200 milyon kişi – mevcut durumda UNHCR yetkisi altında korunma hakkına sahip yerinden edilmiş kişiler ile mültecilerin sayısında, dört kata yakın bir artışı ifade ediyor. Ve 2007’de, IPCC şu an deniz seviyesinin altındaki sahil kesimlerinde yaşayan 600 milyondan fazla insanın – 438 milyonu Asya’da, 246 milyonu en az gelişmiş ülkelerde – bu yüzyılda iklim değişikliği kaynaklı olası tehditlerin açığa çıkardığı risklerle doğrudan karşı karşıya kalacağı tahmininde bulunmuştu. ‘İklimsel sıcak noktalar’ olarak adlandırılan, deniz seviyesinin altındaki adalar, sahil bölgeleri, büyük nehir deltaları ve gelişmemiş bölgeler, yıkıcı çevresel değişikliklerin yaratacağı tehlikelerle yüz yüze. Mevcut uluslararası hukuk kapsamında, bu bölgelerden yapılacak sınır geçişi içeren iklim kaynaklı göçler, kendilerine yardım sağlayabilecek yok denecek kadar az koruma veya yardım mekanizmasını harekete geçirebilecek.

Bu nedenle, iklim kaynaklı sebeplerle yerinden olmuş kimselerin nerelerden geleceği, nerelere gidebilecekleri ve hangi uluslararası ve ulusal yasal hak, yükümlülük ve enstrüman sistemlerinin onları korumak için en iyi şekilde harekete geçirilebilecekleri hakkında sorular kritik önemde. Bu makalenin, IBN’nin sonraki sayısında yayınlanacak olan ikinci kısmı, bu sorulara yanıt vermek için şu anda sürmekte olan hukuki çabaların yanı sıra, özellikle bu meseleleri ele alacak.

Benjamin Glahn
[email protected]

Bu yazı dunyadanceviri.wordpress.com adresinden alınmıştır. Çeviren: Serap Güneş