Bir önceki yazıda anayasa değişikliği önerisinin içeriğine girmeyip yalnızca ‘Genel Gerekçe’ üzerinde duracağımı söylemiştim. Haliyle okuyacağınız yazı gerekçe hakkında olacak olmasına da, başlamadan önerinin bir iki maddesine değinmek, ‘devamı’ için gerekli.
Bir önceki yazıda anayasa değişikliği önerisinin içeriğine girmeyip yalnızca ‘Genel Gerekçe’ üzerinde duracağımı söylemiştim. Haliyle okuyacağınız yazı gerekçe hakkında olacak olmasına da, başlamadan önerinin bir iki maddesine değinmek, ‘devamı’ için gerekli.
Öneride, dün düzelttikleri bir ‘felaket’ vardı. İnanmayacaksınız ama Anayasa’nın bir maddesi yanlışlıkla yürürlükten kaldırılıyordu. Doğru okudunuz. Önerinin 19’uncu maddesinin ‘E’ bendiyle yürürlükten kaldırılan anayasa maddelerinden biri, Anayasa’nın 67’nci maddesiydi. Bu madde, ‘Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı’ başlığını taşıyor.
Allah bilir ne yazmak isteyip ‘67’ yazdılar bilemiyorum ama az daha ‘seçme ve seçilme’ haklarımız güme gidiyordu! Öneri yazmanın tatlı telaşından olmalı. Haberlere bakılırsa sonrasında fark edip düzeltmişler. Tabii nasıl (hangi yolla) düzelttiler, “Şunu bir silsek mi?” dediler, pek anlamış değilim.
İkinci örnek de aynı anayasa maddesiyle ilgili. Değişiklik önerisinin 20’nci maddesinin ‘H’ bendine göre eğer değişiklik kabul edilirse, yürürlüğe girdiği tarih ile seçimlerin (cumhurbaşkanı ve TBMM birlikte) yapılacağı tarih arasında, Anayasa’nın 67’nci maddesinin son fıkrası hükmü uygulanmayacak. O fıkra, seçim yasalarında yapılan bir değişikliğin bir yıl içinde yapılacak seçimlerde ‘uygulanamayacağına’ ilişkindir.
Şu halde, eğer bu anayasa değişikliği geçer de halkoylamasında kabul edilirse, 2019’a dek seçim yasalarında değişiklik (örneğin seçime bir ay kala!) yapılabilecek. Yani ‘meclis çoğunlukların kendilerine seçim öncesi avantaj sağlamalarını engellemeye’ yönelik bir ‘ilke’ güme gidiyor. Peki, TBMM’de hangi partinin çoğunlukta olduğunu bilmeyen var mı? Bana kalırsa MHP genel başkanı dışında herkes farkında.
Gelelim önerinin genel gerekçesine.
Maddelerin ardından ‘bir buçuk’ sayfalık bir ‘gerekçe’ yazılmış.
Sınav dönemlerinde yoğun kâğıt okuma faaliyeti esnasında insanın sinirini en çok bozan iki tip öğrenciden birincisi, kâğıtta ‘sohbet eden’ lüzumsuzlardır. Sorduğunuz sorunun yanıtıyla ilgisi olmayan ve uzayan, uzayan, uzayan, uzayan cümlelerle. Zanneder ki lafı çok uzatırsa hoca bir noktadan sonra büyülenir ve büyü etkisiyle not verir. Sonrasını tahmin edersiniz: “O kadar da yazdım ama, hayret!”
İkinci sinir bozucu öğrenci tipi, ‘göze girmeye’ çalışanlardır. Bir şey yok, yazamıyor ama diyelim ki hocanın sol görüşlü olduğunu biliyor ya, kâğıdın muhtelif yerlerine olur olmaz sol terminoloji serpiştiriyor. Hiç gereği yokken bir bakmışsınız o dünyanın en boş sayfasının bir yerinde ‘diyalektik’ geçivermiş. Mesaj açık; “Hocam aslında derinlik bende ama şu anda toparlayamıyorum!” Sonuç: Boşa yorgunluk, zaman kaybı ve beşinci kez alttan alma…
Genel gerekçeyi okuduğumda bunları düşündüm.
Türkiye sağının ne kadar tarihsel klişesi varsa yan yana getirilip ‘15 Temmuz’ ile harmanlanmış. Ama bu yapılırken belli ki gerekçenin yazarları konuya pek çalışmamış. Sanki biri yazarken yanındaki sürekli “Yaz yaz, bak bunu da ekle, hadi süre bitiyor hoca görecek” demiş gibi.
Türkiye’de bugüne dek anayasaların hangi zihniyetle hazırlandığına dair saptamalar; tahmin edilebileceği gibi son on yılın büyülü sözcüğü ‘vesayet’ten dem vurulması; darbeler tarihimize kısaca değinilmesi; o kısa özetin hemen ardından konunun 15 Temmuz’a getirilmesi ve anayasa değişikliği önerisinin 15 Temmuz’daki yurttaş tepkisi/direnişi ile ilişkilendirilmesi.
Şöyle bir mantık yürütülmüş: Değil mi ki ‘millet,’ 15 Temmuz’da iradesine canı pahasına sahip çıktı, o zaman Türkiye’nin hükümet sistemini ulus iradesini esas olarak düzenlemek şart oldu. Bu ‘şart’ hem ‘milletin canı pahasına ortaya koyduğu talebin,’ hem de demokrasinin ve hukukun gereği. Varılan bu sonuç ilginç hakikaten! Yani “İnsanlar darbecilerin önüne dikildi; e hadi o zaman yürütme ile yasama organları arasındaki ilişkileri yeniden düzenleyip bir başkanlık makamı yaratalım.” Dedim ya, konuyla ilgisiz şeyleri yazarak not alacağını düşünen öğrenciler gibi.
Gerekçe’nin sonlarında kurumlar tarihimize iki üç satırlık genel bir eleştiri getiriliyor ve sonunda konu her zaman olduğu gibi yine ‘istikrar’ tutkusuna bağlanıyor. 14 yıllık tek parti iktidarında, özlemi ‘duyulan’ istikrarın bir türlü yakalanamadığı düşüncesiyle olsa gerek!
Gerekçe’nin son cümlesi nefis: “Anayasa değişikliği teklifiyle sunulan model, Türkiye’nin sistem tecrübesi ve dünya hükümet sistemi pratikleri gözetilerek geliştirilmiş rasyonel bir modeldir.” Hangi sistem tecrübesi, hangi dünya, hangi rasyonalite…
Yeri gelmişken, koskoca anayasa tarihimiz içinde ne hikmetse sürekli 1961 ve 1982 Anayasaları’ndan söz ediliyor. Kuşkusuz var bir nedeni; sonraki yazıda anlatmaya çalışacağım.
Âdetim olmadığı üzere bu yazıda okuyucuya baygınlık hissi yaşatmayıp kısa kesiyorum! Gözetildiği iddia edilen Türkiye’nin ‘sistem tecrübesi’ ve ‘dünya hükümet pratikleri’ üzerinde biraz daha durmak iyi olabilir. Belki başlıktaki soruya bir yanıt bulabiliriz.
Konuya dair yazı önerisi: Değişiklik önerisi üzerine Gazete Duvar’da değerli Ali Topuz’un başladığı yazı dizisini hararetle öneririm.
Murat Sevinç