“Laiklik savunucularının” ve laiklik çağrısının” tutuklanması üzerine birçok farklı teknik ve hukuki gerekçe tartışılabilir. Ancak bu durum çatışma alanının hukuk değil siyaset olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.
“Laiklik savunucularının” ve laiklik çağrısının” tutuklanması üzerine birçok farklı teknik ve hukuki gerekçe tartışılabilir. Ancak bu durum çatışma alanının hukuk değil siyaset olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Bu nedenle yapılması gereken tam da çağrıcıların söylediği gibi; “laiklik bayrağını yükseltmek, bu mücadelenin neferi olmak” ve bu şekilde gerçeği yeniden tariflemektir
2016 yılı aralık ayı başından itibaren yazılı, görsel basında ve sosyal medyada yılbaşı kutlamalarını ve yılbaşını kutlayacak yurttaşları hedef alan bir nefret söyleminin yaygınlaştığını görebilmek mümkün. Diyanet İşleri Başkanlığı, siyasi figürler ve bazı İl Ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerinin de katılımı ile bu çabanın bir kampanyaya dönüştürüldüğü ve bu durumun bir toplumsal gerilim yarattığı açık. Toplumsal hafızamıza toplu katliamlar, darbe girişimi, geniş bir hukuksuzluk kaynağı olan KHK’lar düzeni ve hak ihlalleri ile kazınan 2016 yılı henüz sonlanmışken, 2017 yılına da bir başka katliamla girdik. Yeni yılın ilk saatlerinde gerçekleşen bu saldırıda 40 insan yaşamını yitirdi. Saldırı IŞİD tarafından üstlenildi.
Aynı gün Okmeydanı Halkevi üyeleri, mahallelerinde bulunan bir kahvehaneye giderek burada bulunanları “laiklik mücadelesini büyütmeye” çağıran bir konuşma yaptılar. Bu konuşmaya ilişkin görüntülerin sosyal medyada paylaşılmasının ardından İçişleri Bakanlığı resmi twitter adresi de dahil olmak bir linç kampanyasının başlatıldığına şahit olduk. Bu kampanya üzerine 2 Ocak tarihinde Okmeydanı Halkevi üyeleri Ayşegül Başar ve Hamit Dışkaya, “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçlaması ile tutuklandılar.
Hukuksal durum;
Gerek basında sıklıkla yer bulan çağrı metni ve gerekse de Türk Ceza Kanunu(TCK) 216/1 maddesi incelendiğinde teknik anlamda suçun oluşmadığı açıkça görülmektedir. Nitekim tutuklama kararından hemen sonra değişik çevreler tarafından bu hususa ilişkin açıklamalar yapılmış, milletvekilleri tarafından konu Meclise de taşınmıştır.
Bahsedilen suç TCK’da toplumsal barışı bozmaya yönelik suçlardan biri olarak düzenlenmiştir. Çağrıcılar halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek bir yana, laikliği kardeşçe yaşamın koşulu olarak görmekte ve savunmaktadır. Bu bakımdan laiklik çağrısı suç içermediği gibi toplumsal barışın sağlanması ve bir arada yaşama koşullarımızın korunması çabasına denk düşmektedir.
Laiklik anayasanın değiştirilmesi teklif dahi olunamayacak 2. Maddesinde yazılı devletin temel niteliklerindendir. Yine anayasanın 103. Maddesinde göre Cumhurbaşkanı “…….. lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağına” yemin ederek göreve başlayabilmektedir. Bu bakımdan laiklik savunusunun aynı zamanda anayasal bir hak ve/veya görev olarak tanımlanması da mümkündür.
Hakimliğin verdiği tutuklama kararı ile anayasal kurallar görmezden gelinmiştir. Ayrıca çağrı metninde “IŞİD ile cihatçı ve gerici çeteler” hedef alınmaktadır. Hakimlik kararı ile “IŞİD, cihatçı ve gerici çeteler” halkın bir kısmı sayılmıştır.
216/1 maddede yazılı suçun oluşması bakımından bir diğer koşul ise “eylemin açık ve yakın bir tehlike” oluşturmasıdır. Madde gerekçesine göre kanun koyucu “ifade özgürlüğü sınırlarını genişletmek” amacı ile bu koşulu maddeye eklemiştir. Hakimlik kararında açık ve yakın bir tehlike mevcut olup olmadığı tek kelime ile tartışılmış değildir. Bu hali ile “ifade özgürlüğünü geliştirmek” amacı ile değiştirilmiş olan madde ifade özgürlüğünü cezalandırmanın aracına dönüştürülmüştür.
Suçun oluşup oluşmaması bir yana “tutuklama koşullarının varlığı” da ayrı bir değerlendirme konusudur. Geçtiğimiz hafta kamuoyuna açıklanan verilere göre ülkemizde hükümlü IŞİD üyesi sayısı 7 iken IŞİD ana davasından tutuklu sanık bulunmamaktadır. 26 Mart 2016 tarihinde IŞİD Ana dava dosyasından Türkiye lideri olduğu iddiası ile yargılanan sanık da dahil olmak üzere tutuklu tüm sanıklar “sabit ikametgah sahibi olmaları” gerekçesi ile tahliye edilmişlerdir. 2016 yılında değişik saldırılarla yüzlerce yurttaşın yaşamını yitirmesine sebep olan ve aynı zamanda Reina saldırısını üstlenen bu örgütün Türkiye sorumlusu bile tutuksuz yargılanırken laiklik savunucularının tutuklu yargılanmalarının “tutuklama şartları” ile izahı mümkün değildir.
Hukuk mu siyaset mi;
Tutuklama kararının, gerek suçun oluşumu gerekse de tutuklama koşullarının varlığı bakımından hukukla açıklanmasının mümkün olmadığı bu koşullarda, laiklik savunucularının neden tutuklandığı sorusu hukukla cevaplanabilir olmaktan çıkmaktadır. Bu tutuklamayı müstakil bir vaka olarak değerlendirme olanağı yoktur. “Örgüt üyeliği”, “Örgüt propagandası”, “Cumhurbaşkanına hakaret”, “Devleti, kurum ve organlarını aşağılama” suçlarında olduğu gibi bu suç bakımından da ceza yargılaması pratiğinin, toplumsal muhalefeti engelleme/bastırma ve cezalandırma araçlarından birine dönüştüğü görülmektedir.
Laiklik siyasal iktidar ile toplumsal muhalefetin temel çatışma alanlarından birisi ve belki de dönemsel olarak en önemlisidir. Bu bakımdan laiklik vurgulu her çabanın önümüzdeki dönemde benzer suçlama ve tutuklama tehditleri ile karşılaşacağı ön görülebilmektedir.
Laiklik ilkesinin kurumsal ve kuramsal anlamda yerleştiği bir toplumda; kadın ve çocuk sömürüsünü, cinsiyet temelli ayrımcılığı meşru gören, dini inançları bir politika aracı olarak kullanan, giyim kuşam benzeri yaşam tarzına yönelik saldırılardan kendi iktidarını yeniden üreten, iş cinayetlerini “fıtrat” diyerek geçiştiren bir siyasal iktidarın devamı mümkün olamayacaktır. İşte “laiklik savunucularının” ve onlar üzerinden “laiklik çağrısının” tutuklanmasının sebebi tam olarak budur.
Sıklıkla dillendirilen bir önermeye göre “ceza yargılamasının temel amacı maddi gerçeği tüm yönleri ile açığa çıkarmak”tır. Ancak maddi gerçeğin ne olduğu, özellikle siyasal yargılamalar bakımından “hukukla sınırlı” olarak cevaplandırılamaz. Bu ilke engizisyon yargılamalarından çağdaş ceza yargılaması pratiğine mirastır. Engizisyon mahkemesi açısından “cadılık” tartışılamayacak bir toplumsal gerçekliktir ve çok tehlikelidir. Bu nedenle engizisyon hâkiminin açığa çıkaracağı maddi gerçek yargılanan kadının “cadı olup olmadığından” ibarettir. Bu durum aydınlanma hareketi “cadılık iddiasının” kendisinin akıl ve bilim dışı olduğunu topluma kabul ettirene ve “maddi gerçeği” değiştirene kadar sürmüştür.
“Laiklik savunucularının” ve laiklik çağrısının” tutuklanması üzerine birçok farklı teknik ve hukuki gerekçe tartışılabilir. Ancak bu durum çatışma alanının hukuk değil siyaset olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Bu nedenle yapılması gereken tam da çağrıcıların söylediği gibi; “laiklik bayrağını yükseltmek, bu mücadelenin neferi olmak” ve bu şekilde gerçeği yeniden tariflemektir.
Av. Barış AYDIN