Kürt Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumu, bir anda Türkiye ve bölgenin gündemini değiştirdi. Kaboğlu'nun konunun farklı boyutlarından üçüne değindiği yazısını okumak için tıklayınız
Kürt Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumu, bir anda Türkiye ve bölgenin gündemini değiştirdi. Konunun farklı boyutlarından üçüne değineceğim:
-Zaman açısından,
-Toplum açısından,
-Rejim açısından.
-Zaman açısından; güncel ve geleceğe yönelik olarak iki boyutu var. Güncel olarak, sorun Türkiye sınırları dışında ve ötesinde; ama önümüzdeki dönemde bize de sıçrar kaygısı öne çıkıyor, tıpkı Kürt nüfusun bulunduğu İran ve Suriye’yi bekleyen ‘potansiyel tehlike’ gibi.
-Toplum açısından; Türkiye’nin yaşam mekânı olarak ne ölçüde tercih edilen bir yer olduğu sorunu öne çıkıyor. Buna, yurttaşlar ve yabancılar ayrımıyla bakıldığında; son yıllarda, özellikle çocuklarını yurt dışına göndermek isteyen aile sayısındaki patlama, bilinen bir olgu. Bunun başlıca nedeni, otoriter hale gelmekte olan AK Parti yönetiminin kendi dışındakilere yaşam alanını giderek daraltacağı kaygısı. Bu, sorunun bireysel boyutu. Bir tür ‘kaçan kaçana’; belki de bilinçli olarak körükleniyor, özellikle orta ve üst gelir toplumsal katmanların demokrasi mücadelesi yerine kişisel kurtuluş kolaycılığının farkında oldukları için.
Ya Kürtler açısından? Bu da sorunun kolektif boyutuyla ilişkili. Kuşkusuz Türkiye Kürtlerinin, Güneydoğu’dan çok ülke bütününe yayılmış olması, genel nüfus (demografi) hareketleri çerçevesinde ele alınabilir. Bu açıdan sorun, bireysel ve kolektif boyutuyla hayli karmaşık.
Fakat burada, ‘kolektif boyut’ olarak, dikkat çekmek istediğim asıl konu, Kürtlerin ayrılma konusunda toplu ve ortak irade ortaya koymaları. Bu neye bağlı? Büyük ölçüde siyasal rejime: Çoğulcu bir siyasal rejim olarak demokrasiyi yaşatabilme veya buna dönebilme ihtimali güçlendiği ölçüde böyle bir iradenin ortaya çıkma olasılığı pek zayıf.
–Rejim açısından; -şu halde- başlıca sorun, Türkiye’nin çoğulcu siyasal rejimi yaşatıp yaşatamayacağı noktasında düğümlenmekte. Önce, yakın geçmişe dair bir hatırlatma: 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başında SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan devletler ve Doğu Avrupa devletleri örneği. Onlar, Avrupa mekânında, çoğulcu rejim sınavı ile karşı karşıya geldikleri sırada, Türkiye’nin yaklaşık yarım asırlık bir deneyimi vardı bu alanda. Hatta ‘gerçekten demokratik rejim’ ve ‘hukukun üstünlüğü’ ilkelerine dayanan İnsan Hakları Avrupa mekânı içinde yer almakta idi.
Ne var ki, 2017 itibariyle, demokrasinin gerek teknik gerek etik boyutu konusunda bölgenin birçok devleti Türkiye’nin ilerisinde. Ülkemiz, tek parti yönetiminde hukuk ve demokrasiden giderek uzaklaştı. Bu konuda, 2019’da ciddi bir sınav bekliyor Türkiye’yi.
Türkiye’nin bütünlüğü ile demokratik hukuk devleti arasında doğrudan bağlantı var. Kürt sorunu çözümü için öneriler konusuna girmeksizin, daha çok Türkiye sorununa dikkat çekmeye çalışacağım.
Bu da iki şeye bağlı:
Hukuk açısından; kişi güvenliği ve özgürlüğü, can ve mal güvenliği. Güvensizlik ve özgürlük eksiği, Kürt-Türk demeden (iktidara açıkça destek vermeyen veya yamanmayan) bütün yurttaşlar için olduğu kadar yabancılar açısından da geçerli.
Demokrasi açısından; iki yıl öncesini hatırlayalım: 7 Haziran seçimlerinde çoğunluğu kaybeden partinin -hukuki olmasa da hakiki- şefi, demokratik oyun kurallarını alt üst etti; öyle ki, ‘28 Şubat ruhu’na rahmet okuturcasına. Hukuki ve toplumsal güvenlik de ciddi biçimde zedelendi…
Ya iki yıl sonrası?
Şimdilik görünen; 2019 seçimlerini, ama mutlaka Cumhurbaşkanlığını kazanma yolunda, “kıyılmayacak can, yakılmayacak mal yok” havasının ortalığı kaplamış olması.
Bu nedenle;
Türkiye için, birincil olan ‘Kürt Bölgesel Yönetimi’ kaderinden çok, Türkiye iç barışının nasıl sağlanacağı sorunsalında düğümleniyor…
Irak Anayasası’nda ne yazdığından çok, Türkiye Anayasası’nın emredici hükümlerine ne ölçüde uyulduğu. (Uluslararası ilişkilerdeki hatalar zincirine girmeyeceğim: ABD-Birleşik Krallık koalisyonunun Irak’a gayri meşru ve kirli saldırısını kolaylaştırmaktan, Irak ve Suriye merkezi yönetimlerini yok sayan anlayışa kadar…).
Bunları şimdiden tartışabilmeliyiz; eğer tartışamaz isek ve “Bir gece ansızın gelebiliriz” biçiminde saldırgan söylemlerle, halkın milliyetçilik duygularını tahrik etmenin ötesinde, saldırgan devlet görüntüsünü pekiştirmeye devam etmek, neye hizmet eder?
-Kürtlerde ayrılma yönünde kolektif iradenin oluşmasına ve pekişmesine,
-Kürt olmayan nüfusta ise, otoriter yönetimden kaçmak için, ‘sığınılacak mekânlar’ için arayışların yoğunlaşmasına.
Hele hele, tıpkı SSCB sonrası dönemde olduğu gibi önümüzdeki yıllarda Türkiye ile güneyi arasında asimetrik gelişmeler olur ise: Demokrasi ve hukuktan uzaklaşma ile demokrasi ve hukuku içselleştirme şeklindeki ayrışma…