Adaletin sağlanabilmesinin koşulu sistematik Katliamların gerçekleşmesine olanak sağlayan politikaları, devleti sorgulayan toplumsal ve siyasi hareketlerin varlığı olmakla birlikte ceza yargılamaları da adalet arayışı sürecinde önem taşıyor. Ceza yargılamasının, adalet talep eden toplumsal hareketlerle desteklenmesi, adalet talebinin duruşma salonlarının dışında kendini var edebilmesi yargılamada alınacak sonucun sınırlarını da belirliyor.
Türkiye’nin yakın tarihli toplumsal dava pratikleri arasında katliam davaları ve bu davalarda katılan vekilliği deneyimleri özgün bir yer tutuyor. Katliam davalarında katılanları savunmak başlıklı bildiriye ilişkin hazırlık yapmaya başladığımda, 5 yıllık yakın geçmişte, farklı toplumsal dinamiklerle Türkiye’de adalet talebinin taşıyıcısı olan toplumsal davaların ortak bir değerlendirmesini yapabilmeyi planlıyordum. Soma ve Ermenek işçi cinayeti davaları, IŞİD katliamları davaları, Reyhanlı Katliamı davası, kadın cinayeti davaları, Çorlu Tren Kazası, Aladağ Yurt yangını davaları ilk akla gelen toplumsal davalar arasında yer alıyordu.
Bu yargısal süreçlerin tamamında suçtan zarar görenler, aileler, adalet talep edenler, “silahı kullanan” “saldırıyı gerçekleştiren” “treni kullanan” “talimat veren alt düzey yöneticiler” ile sınırlı olmayan bir sorumluluğa yönelerek adalet aradı. Katliamların gerçekleşmesini engellemeyen veya olanak sağlayan, niteliksiz kamusal hizmetler sunan ve çalışma yaşamını denetlemeyen devlet kurumlarını; katliam dinamiğini canlı tutan siyasal, toplumsal, hukuksal koşulları sorguladı. Yargının ve devlet kurumlarının katliam mekanizmasını sorgulayanlara yanıtı ise her bir davada neredeyse aynı idi: Kamusal sorumluluğun yok sayılması ve hatta adalet talep eden ailelerin yargısal tacize maruz kalarak soruşturulmaları, yargılanmaları.
Hak savunucusu avukatların binlerce mağduru olan bu katliam davalarında şikayetçi/katılan vekilliği yaparken izledikleri strateji üzerine birlikte düşünmenin, bu yargılamalarda, kadın kırımı, emek sömürüsü, savaş ve katliamlar karşısında emeğin, barışın, demokrasinin, yaşam hakkının ve eşitlikçi bir toplumun kurucu sözü söylendiği için önemli olduğunu düşünüyorum.
Bugünkü tebliğim başlangıçta düşündüğüm gibi katliam davalarına dair bütünlüklü bir değerlendirme olamayacak. Bilindiği üzere 7 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri aralığında gerçekleştirilen Diyarbakır, Suruç ve Ankara Katliamları Türkiye’nin siyasal sürecine yön verdi. Bu katliamlara ilişkin davaların işleyişi genel olarak benzerlik gösterse de tebliğde 10 Ekim Ankara Katliamı davası merkezli bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. 10 Ekim Ankara Katliamı Davası örneğinden yola çıkarak, ceza yargılamasının hangi özgün siyasal/toplumsal koşullarda geliştiğini ve bu koşullarla belirlenen sınırlarını, yargının katliam davalarına ve davaların şikayetçilerine yaklaşımını, ailelerin ve katılan vekillerinin dava takip süreçleri ile cezasızlığı engellemeye yönelik savunma stratejilerini ele alacağım.
10 Ekim Katliamı davası istinaf aşamasında. Dava firari/yakalanmayan sanıklar yönünden devam diyor. Yargının katliam gerçeğini silme çabası ve uzayan yargılamaların da bu amaca katkısını düşündüğümüzde bundan sonraki yargısal sürecin Katliamın sonuçlarının en yakıcı şekilde hissedildiği zamana göre daha kolektif bir toplumsal dava takibiyle sürdürülmesi gerektiği görünüyor. Dönemin siyasal katliamları karşısında adaletin nasıl sağlanacağına dair kolektif bir tartışma düzlemi devam eden yargılamaların sağlıklı ilerlemesine de katkı sunacaktır.
Duruşma Salonlarına Sığmayan Adalet Talebi
Devletin sorumluluğunun olduğu siyasi katliamlarla hesaplaşmada, adaletin sağlanmasında ceza yargılamasının rolü çokça tartışılmıştır[1]. Siyasi katliamların sürdüğü Türkiye’de bu soru bizler için güncelliğini koruyor. Adaletin sağlanabilmesinin koşulu sistematik Katliamların gerçekleşmesine olanak sağlayan politikaları, devleti sorgulayan toplumsal ve siyasi hareketlerin varlığı olmakla birlikte ceza yargılamaları da adalet arayışı sürecinde önem taşıyor. Ceza yargılamasının, adalet talep eden toplumsal hareketlerle desteklenmesi, adalet talebinin duruşma salonlarının dışında kendini var edebilmesi yargılamada alınacak sonucun sınırlarını da belirliyor.
10 Ekim Ankara Katliamı davası, tam da Katliamla yaratılması amaçlanan siyasi/toplumsal ortamda, bütünlüklü bir hesaplaşmaya olanak sağlamayan koşullarda sürdü.
IŞİD Katliamlarının soruşturma ve dava süreçlerinin ilk aşamaları, gerek Katliamlar gerekse 15 Temmuz darbe girişimi sonrası her türlü demokratik siyaset yapma kanalının kapatıldığı bir süreçte yürütüldü ve bu süreç hala devam etmekte. Diyarbakır, Suruç Ankara Katliamlarının ardından 12 Ocak 2016 IŞİD Sultanahmet Saldırısı, 19 Mart 2016 IŞİD Taksim Saldırısı, 1 Mayıs 2016 IŞİD Gaziantep Emniyet saldırısı, 20 Haziran Atatürk havalimanı, 15 Temmuz darbe girişimi ve OHAL ilanı, 20 Ağustos Gaziantep Düğün katliamı, 31 Aralık Reina katliamı ve tüm bu süreçler boyunca sokağa çıkma yasaklarının belirlediği politik ve toplumsal bir zemin. Bu süreçte siyaset ve toplumsal muhalefet yok denecek kadar daraltılmış olması adalete erişimde sadece ceza yargılamasıyla alınabilecek sonucun sınırlarını daralttı.
Yine aynı gerekçe, siyaset ve toplumsal muhalefet alanının baskıyla yok denilecek kadar daraltılmış olması, duruşmaları/yargılamayı katliamın sorumlularının yargılanmasına ilişkin talebin dile getirilmesinde ön plana çıkardı, hatta ana kanal haline getirdi.
İşte bu koşullarda anlam kazanan yargılamanın seyrine savcılık ve mahkemenin yaklaşımıyla müştekiler ve vekillerinin cephesinden kısaca bakacak olursak:
“Katliam Davası”, Katliam Davasına Yargının Yaklaşımı
KESK, DİSK, TMMOB, TTB tarafından 10 Ekim 2015 tarihinde gerçekleştirilmesi planlanan “Emek Barış ve Demokrasi” mitingi için katılımcılar tren garı önünde toplanmaya devam ederken IŞİD tarafından gerçekleştirilen bombalı saldırılarda, 103 kişi hayatını kaybetti. 500’den fazla kişi yaralandı.
Yargının Katliamın sorumlularının tespitinde alacağı rol, alana savcıların ve olay yeri incelemenin gelmesi ve olay yeri incelemesinin eksik yapılmasıyla tartışılmaya başlandı. Katliamın aynı zamanda tanığı olan, benim de aralarında olduğum pek çok avukat ilk tutanağı Katliam alanında tutu, savcılığa ilk başvurular hemen aynı gün yapıldı.
Soruşturmanın amacını tehlikeye düşüreceği gerekçesiyle, benzer soruşturmalarda da yapıldığı gibi, hemen kısıtlılık kararı verildi. İtirazımız reddedildi.
İddianamenin kabul edildiği 13 Temmuz 2016 tarihine kadar katılan vekilleri olarak soruşturmaya etkin şekilde katkı sunmamız engellendi. Ancak henüz iddianame kabul edilmeden Nisan 2016’da bilgi sahibi olduğumuz Mülkiye Müfettişleri tarafından hazırlanan ön inceleme raporu Katliam gerçekliğini göz önüne sermeye yetmişti. Raporla birlikte Katliam sorumlularının bir kısmının teknik ve fiziki olarak takip edildiğini, IŞİD saldırılarına ilişkin pek çok ihbar olduğunu, miting öncesi yol kontrollerinin tam da araçların Ankara’ya girişleri öncesi durdurulmuş olduğunu raporla birlikte öğrendik. Mülkiye Müfettişleri rapor sonunda dönemin Ankara İl Emniyet Müdürü ve yardımcıları hakkında adli soruşturma öneriyordu. Kamu görevlilerinin sorumluluğu Ankara iliyle sınırlı da olsa ve kimi eksik bilgilere rağmen tespit edilmişti.
Yargılama sürecinde müfettiş raporunda tespit edilen kamu görevlilerinin sorumluluğuna pek çok yeni bilgi eklendi. Sorumluluk alanı IŞİD ağlarına paralel şekilde genişledi. Ancak Yargılama sırasında IŞİD’ın örgütsel ağı tam olarak açığa çıkmadığı gibi, Katliamın gerçekleşmesinde sorumluluğu bulunan kamu görevlileriyle ilgili açılmış tek bir dava dahi bulunmuyor. Siyasi sorumlular dışında yaralıların üzerine kimyasal gazlarla müdahale eden polisler ve yeterli sağlık hizmeti sunumunu gerçekleştirmeyen kamu görevlileri dahi cezasızlık kalkanını sınırları içerisinde kaldı. Tek bir kamu görevlisine soruşturma dahi açılmaması yönündeki yargının bu tavrı, alt kademe kamu görevlilerinin yargılanmasına olanak verebilen olağan cezasızlık pratiklerinin ötesine geçen bir anlam taşıyor.
Katliamın üzerinden geçen 4 yılın ardından tek bir kamu görevlisi hakkında başlatılmış bir soruşturma dahi yokken Katliamda devletin sorumluluğunu belirten katliam mağdurlarıyla ilgili açılmış onlarca dava olduğunu belirtmek yargının yaklaşımını anlamak açısından bir zorunluluk. 2911 sayılı Kanuna muhalefet, Cumhurbaşkanına hakaret, TCK 301 gibi yaygın suçlamalar dışında, KESK-DİSK-TMMOB-TTB tarafından örgütlenen 12-13 Ekim grevine katılan kamu emekçilerine örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüte yardım etme suçlamasıyla açılan davalar dahi var. Yaralılar için kan anonsu yapmak, trafik polisinin bırakıp kaçtığı araçla yaralı taşımak yargılanan fiiller arasında. Aileler, gazeteciler, avukatlar, Katliam gerçeğini açığa çıkarma çabasında olan bütün kesimler bu yargı saldırısından payına düşeni aldı.
Devleti Yargılamak
Yargılanmasını istediğimiz eylemin seçimini yaptığımızda kimi/kimlerin yargılanacağına ilişkin de seçim yapılmış oluyor. Soruşturma katliamın gerçekleşmesine zemin hazırlayan, olanak sağlayan, mümkün kılanlara doğru genişletmediğinde bazı failleri yargılamama tercihini kullanılıyor. Örneğin 10 Ekim Ankara Katliamı sanıkları haklarındaki teknik ve fiziki takibe rağmen Katliamı nasıl organize edebildi? Ankara’ya nasıl giriş yapabildi? Onları izleyen ve dinleyenler hakkında nasıl bir hukuki süreç işledi? Katliam öncesinde bomba yapımı için gübre almayan giden sanıklar hemen ihbar edilmiş olmalarına rağmen nasıl başka bir yerden rahatlıkla gübre alıp eylemlerini devam ettirebildi? Bu ve benzeri soruları sormayarak katliamın nasıl gerçekleştiğini açığa çıkarmama ve faillerin bir kısmını yargılamama tercihi kullanıldı.
10 Ekim Katliamı davasında yargının tercihi, ülkemiz yakın siyasi tarihindeki, Maraş, Çorum, Sivas Katliamı davalarında olduğu gibi katliam gerçekliğini, yargılanması gereken eylemleri ve failleri gizlemek oldu. Ve bu tavır hala devam ediyor. Böylece sanıklar eylemcilere gözcülük yapan, gübreyi alan, saklanmalarını sağlayan kişilerle sınırlı kaldı.
Kamu görevlilerinin eylemleri ve kamu görevlileri yargılama dışına çıkarıldığında “suç”un tanımı da bu sınırı çizenler tarafından belirlenmek istendi: bu suç devlete karşı işlendi. Aileler, adalet talep edenler ise davanın sınırlarını genişletme çabasıyla; suçun devlete karşı mı devletle birlikte mi işlendiği, devletin suç ortağı olduğu insanlığa karşı bir suç mu olduğu sorularını sordu ve bu sorulara yanıt verdi.
“Patlama” , “Olay” Değil Katliam
Bu başlıkta son olarak simgeselliği açısından 10 Ekim Katliamı’nın yargı özneleri tarafından nasıl adlandırıldığına da değinmek istiyorum.
103 kişinin izinli bir mitingde gerçekleşen saldırılarla katledilmesi, yüzlerce kişinin yaralanması nasıl adlandırılır. Yaşanan bir olaya ad koymak, o olayı çözümlemek, anlamak, yaklaşım belirlemektir. 10 Ekim adı konulamayacak bir “olay” değildir, 10 Ekim bir “patlama” da değildir, 10 Ekim planlanarak gerçekleştirilen bir “katliam”dır. Ancak yargı 10 Ekim “olay”ına “katliam” adının konmasından dahi imtina etmiştir. İddianame “olay”dan bahseder, duruşma salonu kapısına “Gar Patlaması Davası” asılır. Oysa Gar patlamamıştır. İnsanlar katledilmiştir. Yargının katliam gerçekliğini unutturma çabası o kadar ileri gidebilmiştir ki, şikayetçiler adına açtığımız tam yargı davalarının duruşmalarında kusur sorumluluğuna ilişkin beyanlarımız kesilmek istenmiş, gerçeğin ifadesine tahammülsüzlüğün boyutu meslektaşlarımızın beyanına “katliam demeyin lütfen” şeklideki müdahale biçimini alabilmiştir.
Mithat Sancar “hukukun geçmişi düzeltemeyeceğini belirttikten sonra ancak hukukun “toplum ve devletin geçmişe dair yapmak istediği her şeye koşulabileceğini, geçmişi unutma ya da bastırma politikalarının hukukla desteklenebileceği gibi, hatırlama ve hesaplaşma politikalarında da hukukun önemli rol oynayabileceğini” belirtir.
10 Ekim Katliamı davasında soruşturma ve yargılama makamları yargılamayı unutma ve bastırma politikalarının destekçisi olarak işletirken, aileler, adalet talep edenler yargılamanın katliam gerçekliğinin yargı aracılığıyla da tanınması, sorumluların hesap vermesine yönelik sistematik bir mücadele vermiştir, vermektedir.
Ailelerin Ve Avukatların Savunma Stratejileri
Şimdi kısaca şikayetçilerin ve vekillerinin yargılamadaki temel hedeflerine ve izledikleri yola bakacak olursak üç temel başlık ön plana çıkıyordu:
- Katliamın gerçekleşmesinde devletin sorumluluğunun açığa çıkarılması, “bütün” sorumluların yargılanması ve cezalandırılması, böylece tarihsel gerçeklerin mahkeme kararlarıyla da kayıt altına alınması, tanınması;
- Sanıkların hakkettikleri cezaları alabilmesi ve yeni katliamların gerçekleşmemesi için IŞİD örgütsel ağının gerçek anlamda tespiti ile cezalandırılmaları;
- Katliamın insanlığa suç kapsamında cezalandırılması oldu.
Bu talepler katliamlar aracılığıyla sürekliliğini sağlayabilmiş iktidarın da sorgulanması anlamına geliyordu. Yargılama sırasında açığa çıkan her bilginin ısrarla sorgulanması ve yargının direncine rağmen takibi, yargının gizlemeye çalıştığı cevaplarının alenileştirilmesi yargılamanın tarihsel gerçekleri tespit için kullanılabilmesine olanak sağladı. Yakın geçmiş bile diyemeyeceğim, bugün de kırılmadan devam eden süreç ceza yargılaması aracılığıyla yeniden işlendi.
Elbette bu sorgulama siyasallaşmış yargının örtmeye ve aileleri denetlemeye, susturmaya yönelik müdahaleleriyle engellenmek istendi.
Ancak tüm bunlar ailelerin davayı ısrarlı takibini engelleyemedi. Katliam alanında gerçekleştirilen aylık anmalar, 10 Ekim Barış ve Demokrasi Derneği’nin kurulması, OHAL koşullarında dahi anmaların sürdürülmesi, duruşma öncesi ve sonraları adliye önünde yapılan açıklamalarla yargı eliyle katliam gerçeğinin silinmesine izin verilmedi.
Kolektif Dava Takibi
10 Ekim Ankara Katliamı davasında katılan vekillerinin kolektif dava takibi ailelerin ortak çabasıyla birleşti. 10 Ekim Ankara Katliamı Davası Avukat Komisyonu, çokkatmanlı ve boyutlu kamusal sorumluluğun açığa çıkarılması ve ayrıca IŞİD’li sanıkların bireysel sorumluluklarının tespit edilerek hakkettikleri cezaları almaları için seferber oldu. Yaşamda kalmanın bile tesadüfi olduğunu düşündürten Katliamlar dizisi ve “bu gerçek bir yargılama değil yaptıklarım ne işe yarıyor” sorusunu sordurtan bugünkü yargı sistemi herkesi çaresiz kılarak teslim almaya çalışıyor. Böylesi bir süreçte kolektif dava takibi, iş bölümleri, ailelerle ve kurumlarla iletişim, kolektif iradeyi büyüterek verilen her dilekçeyi, söylenen her sözü anlamlandırdı. Aileleri, akademiyi, meslek örgütlerini de kapsayan kolektif dava takibi ve dayanışmacı ilişkiler, iktidar ve yargının yalıtma, yok sayma stratejisini etkisizleştirmeye katkı sunan bir etki yarattı. Yargılama aşamasında karşılaşılan her engel birden fazla çözüm yolunun aynı anda hayata geçirilmesiyle aşılmaya çalışıldı.
Sonuç olarak, 10 Ekim Ankara Katliamı davası, demokratik siyaset kanallarının, toplumsal muhalefet olanaklarının baskılandığı bir süreçte, aile ve avukat örgütlenmesi ile duruşma salonundan başlayarak diğer mücadele alanlarına yayılan adalet arayışına güç verdi, adalet arayışının güvencesi oldu.
Başta söylediğimi tekrar edecek olursam:
Adalet arayışında oluşan kolektif çabanın büyütülerek sürdürülmesi gerekiyor. Çünkü savaş ve katliam gerçekliği ile IŞİD katliamları davaları devam ediyor. Ortadoğu’da değişen siyasal dengelerle IŞİD’lilerin Türkiye’ye iadesi gündemiyle ve dünya genelindeki IŞİD yargılamalarıyla davanın sınırları da büyüdü.
Tarihsel gerçeklerin ceza yargılaması aracılığıyla tespiti açısından kolektif toplumsal dava takibinin geliştirilmesi gerekiyor.
Bu anlamda yine başta söylediğim üzere yalnızca IŞİD katliamları davaları veya 10 Ekim Ankara Katliamı davası ile sınırlı olmayacak şekilde;
Kadın cinayetleri, işçi cinayetleri, niteliksiz kamusal hizmet sunumu nedeniyle yaşanan ölümlere, siyasi katliamlara ilişkin davalarda katılanları savunmak, basitçe iddia makamınca tespit edilen sanıkların cezalandırılması talebiyle sınırlı olmamakla, emeğin, kadınların eşitlik talebinin, halkların barış talebinin savunulması anlamına geliyor.
Av. Linda Sevinç Hocaoğulları
*Ankara Barosu tarafından 9-12 Ocak 2020 tarihleri arasında gerçekleştirilen “İnsan Hakları ve Hak Savunuculuğu” konulu 11. Uluslararası Hukuk Kurultayının, 9 Ocak tarihinde gerçekleşen “Hak Savunucuları” başlıklı oturumunda sunulan tebliğ metnidir. Yazarın rızası dahilinde internet sitemize alınmıştır.
[1] Faydalanılan kaynaklar: Ozan Erözden, Dost Yay, 2017 Geçmişle Yüzleşme ve Ceza Adaleti; Mithat Sancar, İletişim Yay, 2016, Geçmişle Hesaplaşma Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne; Derleyenler Özkan Ağtaş-Bişeng Özdinç, dipnot yay., 2012, Hakikat ve İnsan Hakları