İklim kaynaklı göç sorununu çözmek için tek başına uluslararası hukuka bakmak akıllıca olmaz. Bu makalede, karma bir politikanın ve ulusal yasaların güçlendirilmesinin çok daha etkili olabileceği savunuluyor
İklim kaynaklı göç sorununu çözmek için tek başına uluslararası hukuka bakmak akıllıca olmaz. Bu makalede, karma bir politikanın ve ulusal yasaların güçlendirilmesinin çok daha etkili olabileceği savunuluyor.
İklim mültecileri ve uluslararası hukuktaki boşluklar-I
Geniş çaplı, iklim kaynaklı göçler yaşanması olasılığı, insani yardım ve politika kuruluşlarından ulusal hükümetlere kadar, uluslararası toplumda alarm zillerinin çalmasına neden oluyor. İklim ısındıkça ölçeği artan, yüz milyonlarca insan düzeyinde nüfusun yer değiştirmesi olasılığı, acil uluslararası eylem gerektiği algısını yarattı ve birçok politikacı, araştırmacı ve akademisyen, yaklaşan nüfus hareketleri ile baş edebilmek için, uluslararası toplumun yeni tür uluslararası hukuk normları oluşturması gerektiğini düşünüyor. Ancak mevcut mülteci sorunlarını yönetmekle sorumlu uluslararası kuruluşlar, özel olarak ise birçok ulusal hükümetin yanı sıra Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), bu gibi yeni normlar üretme konusunda son derece isteksiz. Özelikle de iklime veya çevresel ‘mültecilere’ referanslar içerecek tüm yeni kategorilere.
Uluslararası tartışmalar
‘İklim mültecisi’ kavramı ile ilgili olarak bu makalenin ilk bölümünde (IBN’nin Haziran 2009 sayısında) ele alınan sorunlar, bu nedenle iki ana taraf içeren uluslararası hukuk tartışmasının özünü oluşturuyor. Bazıları 1951 Mülteci Konvansiyonu’nda değişikliğe gidilmesini veya bu ‘yeni’ göçmen kategorisi için yeni bir konvansiyon oluşturulmasını savunurken, diğerleri, mevcut yasal mekanizmaların toparlanmasını ve 1998 tarihli Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler’e benzer bir şey üretilmesini öneriyorlar.
Bu tartışma, iklim değişikliğinin sebep olacağı olası nüfus yer değiştirmeleri ile baş etmek için yeni mekanizmalara ve kurumlara gerek var mı yok mu ya da mevcut uluslararası hukuk sistemi, boşlukları doldurabilecek ve temel hukuki sorunları çözebilecek evrilen hukuk normları üretme kabiliyetinde mi değil mi şeklinde, uluslararası hukuk politikasının karşı karşıya olduğu temel sorunlardan birini yansıtıyor.
Bu tartışmanın ötesinde, iki şey net gibi görünüyor: Birincisi, ‘iklim mültecisi’ kavramı, kamuoyu farkındalığını yükseltmek açısından iyi, ancak yasal bir anlamı yok ve kullanımı, iklim kaynaklı olsun ya da olmasın, çevresel tahribattan kaçtığı için yerinden olmuş kimselere koruma mekanizmaları geliştirmeye şu anda yardımcı olmuyor. İkincisi, uluslararası hukuk bu olası insan grubunu mevcut tanımlarına dâhil etmediği ve bir süre için bu pek muhtemel de görünmediği için, mevcut uluslararası hukuk çerçevesi dışında çözümler bulunmak zorunda olabilir.
Avustralya’daki New South Wales Üniversitesi Uluslararası Mülteci ve Göç Hukuku Projesi Direktörü ve bu tartışmanın önde gelen figürlerinden biri olan Jane McAdam, uluslararası toplumun, uluslararası mekanizmaların, konvansiyonların ve tanımların ötesine bakmaya ve belirli sorunlara karşı bölgesel ve ulusal çözümlere kafa yormaya başlaması gerektiğini söylüyor. ‘Uluslararası mülteci rejiminin şu anki durumu doğaçlama ve bölgesel bir hal almaya başladı,’ diyor McAdam ve bölgesel yaklaşımlar üzerinden norm geliştirmeye doğru bir teamül olduğunu ifade ediyor. ‘Avukatlar dışında bir sürü insan çözüm bulmak için uluslararası hukuka yöneliyor, fakat sahada çözüm sağlayacak şey illa ki uluslararası hukuk değil.’
O zaman uluslararası toplum, bu tartışmada daha büyük ilerlemeler sağlayabilecek olası çözümler, evrilen normlar ve mevcut hukuki stratejiler için nereye bakmalı? Bu evrilen normlar nasıl olacak ve neler içerecek? Ne tür emsaller mevcut? Ve hem uluslararası hem de ulusal sistemler ve yasal haklar, yükümlülükler ve enstrümanlar, bunları korumak üzere en iyi nasıl harekete geçirilebilir? Bu sorulara yanıt vermek için, göçmenlerin çoğunluğunun nereden gelip nereye gideceğini değerlendirmek önemli.
‘İnsanlar çözüm için uluslararası hukuka bakıyorlar, fakat sahada çözüm için bunun ötesine geçmek gerekiyor’
Jane McAdam, New South Wales Üniversitesi
Sıcak noktalar
Deniz seviyesinin altındaki sahil bölgelerinde yaşayan 600 milyondan fazla insan var, bunların 438 milyonu Asya’da ve 246 milyonu risk altındaki gelişmekte olan ülkelerde. Özellikle risk altında olan yerler, büyük nehirlerin okyanusla buluştuğu ve büyük çaplı taşkınlar ile deniz seviyesindeki yükselişin yıkıcı sonuçlar yaratma tehlikesi ihtiva ettiği Asya ve Afrika’daki ‘mega delta’ alanları. (Norveç Mülteci Konseyi)
Batan ada senaryosu
Üstteki resimde gösterilenlerin yanı sıra, bir ‘batan ada senaryosu’ da mevcut. Yani iklim değişikliği sebebiyle yükselecek deniz seviyelerinin altında kalacak adaların hepten yok olması tehlikesi. Uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında, bu belki de en ciddi durum ve yakın vadede ortak bir hukuki yanıt gerektireceği en muhtemel olanı. Bugün birçoğu taşkınlara karşı korumasız olan 24 Küçük Ada Devleti, içme suyu rezervlerinin tuzluluk oranındaki artışlar, sahil erozyonu ve deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle toprak kaybı ile yüz yüze. Bu ada devletlerinin çoğu – Tuvalu, Vanuatu, Kiribati ve Maldivler, tümü de en yüksek noktalarında deniz seviyesinden üç veya dört metreden az yüksek – nüfusun tahliyesine yönelik planlar yapmaya başladılar. Hatta Maldivler başkanı Muhammed Naşid ve Kiribati başkanı Ante Tong, adalarının tüm nüfusunu başka ülkelere yerleştirme nihai niyetlerini duyurarak gündem oldular. Muhammed Naşid, bunu ülkesinin ‘kuru-toprak’ opsiyonu olarak adlandırdı ve bu yılın başında, yemin töreninin akşamında, Guardian gazetesine şunları söyledi: ‘Kendi başımıza iklim değişikliğini durduramayız, bu yüzden başka yerde toprak satın almak zorundayız. Bu en kötü sonuca karşı bir sigorta poliçesi … Maldivleri terk etmek istemiyoruz ama onlarca yıl çadırda yaşayan iklim mültecileri olmak da istemiyoruz.’
Sorun mevcut uluslararası hukuk içinde, bu Maldivlilerin ‘iklim mültecisi’ olarak hiçbir uluslararası korumaya sahip olmaması. Herhangi bir insani felaketle başa çıkmak üzere korumalar olacağı kesin olmasına rağmen, klasik anlamda ‘sığınma’ – nüfusun yasal olarak kalabileceği başka bir yer – sağlayacak hukuki mekanizmalar bulunmayacak. Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kimselerin İnsan Hakları Konusunda BM Özel Temsilcisi Walter Kälin’in belirttiği üzere: ‘Ana sorun, yavaş yavaş ortaya çıkan felaketlerin sonucu olarak aniden patlak veren felaketler sebebiyle, Küçük Ada Devletlerinin “batması” ardından veya yaşadıkları bölgelerin insanlar için fazla tehlikeli yüksek risk bölgesi ilan edilmesi ardından uluslararası kabul görmüş devlet sınırlarını geçen kişiler için geçerli normatif çerçevenin netleşmesi ve hatta böyle bir çerçevenin geliştirilebilmesi.’
Önümüzdeki yol
Kälin’in netliği ve uygulanabilirliği sebebiyle yaygın şekilde övgü almış olan analizinde, uluslararası toplumun önünde iki ana görev bulunuyor. Birincisi, uluslararası toplum, sıra yeniden iskana geldiğinde üstlenmesi gereken özel sorumluluklar da dahil olmak üzere, deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle ‘batan adalarını’ terk etmek zorunda kalan insanlara sunulacak spesifik hakları ve korumaları belirlemeli. Bu alanda, mevcut uluslararası hukukta net bir boşluk ve uluslararası yasal kuruluşların bu muhtemel göçmenler için tanınmış bir hukuki statü belirlemek üzere yapılacak çalışmada oynaması gereken önemli bir rol var. İkinci olarak uluslararası toplumun, ulusal bir sınırı aşan ve geri dönmek istemeyen ya da dönemeyen diğer çevre mültecileriyle bağlantılı olarak kendi rolünü netleştirmesi gerekiyor. Bu durumda, Kälin şunu söylüyor: ‘Tıpkı mülteciler için yaptığımız gibi kendimize sormalıyız: İklim değişikliğinin etkileri nedeniyle sınırları geçen insanların hangi koşullarda ülkelerine geri dönmeleri beklenmez ve dolayısıyla ister geçici ister kalıcı olsun bir çeşit vekil uluslararası koruma ihtiyacı içinde kalırlar?’
Ancak sorulmaya değer bir başka soru daha var, mevcut uluslararası hukukla evrimsel normatif bir çerçeve arasında 1998 Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler gibi bir aracı adım potansiyeline işaret ediyor bu soru. Birçok insan buna yeni uluslararası normlar ‘yaratmanın’ yenilikçi bir yolu olarak bakıyor: Ne tür ulusal, egemen ülke yasası, çift taraflı anlaşma ve bölgesel enstrüman örnekleri, kesişen tamamlayıcı sistemler ve geçici korumalar geliştirme konusunda yol haritası sağlayabilir? Ve bu azımsanmayacak büyüklükteki hukuki külliyatı, çevresel göç meseleleri ile insani koruma ihtiyacı kesiştiğinde, ulusal hükümetlere pratik opsiyonlar ve uluslararası kurumlara savunma araçları sağlayabilecek şekilde toparlamak ve analiz etmek mümkün mü?
‘Şu anki uluslararası hukuk dahilinde çözümler bulmaya odaklanmak tek seçenek olmamalı’
Tamamlayıcı ve geçici korumalar
Şu anda çevresel göç durumlarında göç politikası, sığınma politikası ve tamamlayıcı ve geçici koruma için stratejiler konusunda bir yol haritası veya el kitabı çıkarmak için bakılabilecek çeşitli ulusal ve bölgeler örnekler söz konusu. Örneğin Yeni Zelanda, adanın deniz seviyesindeki yükselme sonucu batması halinde Tuvalu’nun tüm nüfusunu kabul etmeyi üstlendiği yönündeki haberlerle basında epey yer buldu. Aslında öyle bir anlaşma yok. Doğrusu, Yeni Zelanda, Pasifik Erişim Kategorisi (PAC) adını verdiği yeni bir emek göçü politikası hayata geçirdi. Buna göre her yıl Yeni Zelanda’da Kiribati’nin 75 vatandaşı, Tuvalu’nun 75 vatandaşı ve Tonga’nın 250 vatandaşı (partnerleri ve bakmakla yükümlü oldukları çocuklar dâhil) oturum alabilecek. PAC’de bırakınız iklim değişikliğini çevre sorunlarına bile hiçbir atıfta bulunulmazken, risk altındaki Pasifik adalarından göçmenlerin kabul edilmesi bu sorunlara çözüm bulmayı hedefleyen önemli yeni çift taraflı politikaların bir yönü olarak görülebilir. Bu örnek ayrıca, birçoğu çevre ‘mültecisi’ alma konusunda tereddüt edebilecek diğer ülkelerin, uluslararası hukuk tanımlamalarının ve iltica politikasının karmaşık yarıklarına dalmak zorunda kalmaksızın bazı risk altındaki popülasyonlar için göç kapılarını gevşetme yolu olarak kullanabilecekleri, emek göçü politikasına olası bir odaklanmayı da işaret etmektedir.
Mevcut devlet pratiğinin yakından incelenmeye değer ikinci bir alanı da ‘çevresel göçmenlerin’ resmi devlet göç ve iltica politikasına dahil edilmesi. Şu anda hem İsveç hem de Finlandiya, ‘çevresel göçmenleri’ ‘korunmaya muhtaç insan’ kategorisi olarak tanıyor ve bu insanlara en azından kağıt üzerinde koruyucu önlemler sunuyor. Örneğin İsveç’te, Yabancılar Yasası (2005:716), bir çevre felaketi sebebiyle kendi ülkesine dönemediği için vatandaşı olduğu ülke dışında olan, ‘başka şekilde muhtaç durumdaki bir insan’ için ek korumalar sunuyor. Bakıldığında bu mevzuat iklim değişikliğinin etkileri sebebiyle yerinden olmuş popülasyonlar için pozitif bir koruma çerçevesi sağlıyor gibi görünecektir. Fakat İsveç mevzuatında iki büyük sorun var. Birincisi, İsveç Adalet Bakanlığı Göç ve İltica Politikası Bölümü’ne göre, mevzuat başvuruyu ani çevre felaketleri vakaları ile sınırlayan ve kesintisiz çevresel bozulma vakalarına genişletmeyen hazırlayıcı bir temele dayanıyor. Yani fırtınaların yerinden ettiği popülasyonlar ek korumaya hak kazanabilecek ancak kıtlığın yerinden ettiği insanların böyle bir hakkı olmayacak. Ve ikincisi, İsveç’te çevresel sebeplerle henüz hiç kimseye ek koruma verilmiş değil. Bu da İsveç’in çok sayıdaki çevresel sığınma vakası ile baş edip edemeyeceği konusunda sorulara yol açıyor. Öte yandan Fin Yabancılar Yasası’nda (301:2004), mevzuat bir yabancıya sığınmanın kendi ülkesinde ‘ölüm, işkence ve diğer insanlık dışı muamele ya da insan onuruna aykırı muamele tehlikesi’ altında ise veya silahlı bir çatışma ya da çevre felaketi söz konusu olduğu için geri dönemiyorsa sığınma hakkı verilebileceğini belirtiyor. Finlandiya örneğinde, mevzuatı bildiren hazırlayıcı çerçeve İsveç vakasındaki ile aynı kısıtlamaları içermiyor ve Fin Göç Hizmetleri’ne göre, yabancının ülkesinde, insanların yaşamasının, insan eylemleri veya doğal afetler nedeniyle çok tehlikeli hale gelmesine belirli bir referans içeriyor. Fin Göç Hizmetleri Fin Yabancılar Yasası’nın bu spesifik yönünün nadiren kullanıldığını belirtse de, bu tür bir mevzuat çevresel göçmenler için yasal koruma kategorileri sağlayabilecek şekilde göç ve iltica politikası yaratmak için tekil durumlara işaret ediyor. ‘İnsani nedenlerin’ dahil edilmesi, mevzuatın, iklim değişikliği kaynaklı yerinden olmanın net bir illiyet teşkil ettiği vakaları kapsamasını sağlayacak bir yola da işaret edebilir.
Daha büyük dikkat gerektiren üçüncü bir devlet pratiği alanı, bu geçici koruma, çevresel olaylara geçici bir reaksiyon olarak başlamış olsa bile, geçici koruma alanıdır. Bu alanda, 2004 Asya tsunamisine verilen reaksiyon, ilginç bir örnek teşkil etmektedir. Tsunamiyi takiben, UNHCR, tüm ülkelere, kabul edilmeyen tüm sığınmacıların Hindistan, Endonezya, Somali ve Sri Lanka gibi etkilenmiş bölgelere iadesinin askıya alınmasını tavsiye etti. Bunun sonucunda Kanada, Malezya, İsviçre ve ABD bu bölgelerin hepsine değilse bile çoğuna iadeleri askıya aldılar ve ABD etkilenen bölgelerden gelen öğrenciler için ülkede kalmalarına izin veren özel bir geçici koruma statüsü uyguladı. Kanada ve Avustralya da tsunamiden etkilenen bölgelerden gelen göçmen başvurularını hızla sonuca bağladı ve bu bölgelerden gelen kalıcı oturum sahibi olanlara aile üyelerinin sponsorluğu prosedürünü hızlandırma fırsatı verdi ve geçici vize prosedürü işlemlerini de hızlandırdı.
‘Deniz seviyesi altında kalan bölgelerde 600 milyondan fazla kişi yaşıyor’
ABD GKS mevzuatı
Yakından incelenmeye değer bir başka geçici koruma statüsü örneği ise ABD Kongresi’nin 1990 Göç Yasası’nın parçası olarak yasalaştırdığı Geçici Koruma Statüsü (GKS) mevzuatıdır. GKS şu anda ABD Vatandaşlık ve Göç Hizmetleri tarafından yürütülmektedir ve İç Güvenlik Bakanı’nın belirli ülke veya bölge vatandaşlarına GKS koruması vermesini sağlamaktadır. Şu anda GKS koruması El Salvador, Honduras, Nikaragua, Somali ve Sudan için verilmiştir ve bu ülkeden gelen ve ‘süregiden silahlı çatışma, çevre felaketi veya diğer olağanüstü ve geçici koşullar sebebiyle geçici olarak kendi ülkelerine güvenle gidemeyen’, kalıcı oturum statüsü almaya hak kazanmamış olmalarına rağmen ABD’de kalma ve çalışma izni alma hakkına sahip yabancılar için verilmektedir. Olası iklim değişikliği yerinden olmaları ile ilişkili olarak, Honduras ve Nikaragua örnekleri en belirginlerdir. İki ülkenin vatandaşlarına da Mitch Kasırgası’nın yol açtığı yıkım sonrasında, 5 Ocak 1999’da GKS verilmiştir.
Orijinal karardan bu yana, ABD Hükümeti GKS korumasını Honduras ve Nikaragua için bu ülkelerde ‘yaşam koşullarına ilişkin azımsanmayacak ama geçici kesintiler olmaya devam ettiği ve bu çevre felaketine dayalı GKS sıfatları için gerektiği üzere, kendi ülkelerine dönüşlerini uygun şekilde sağlayamaz durumda doldukları’ için en az yedi kez uzatmıştır. En son ABD Hükümeti uzatma belgelerine göre, şu anda 70.000 Honduras vatandaşı ve 3500 Nikaragua vatandaşı uzatılmış GKS için uygun durumdadır.
GKS kapsamında sunulan korumalara rağmen, iklim değişikliği sebebiyle yaşanabilecek nüfus hareketleri için olası çözümleri düşünürken hesaba katılması gereken mevzuatla ilgili bazı dikkat çekici sorunlar mevcuttur. Özel olarak ise, GKS devletler arasında üç koşulun karşılanmasını gerektiren iki taraflı bir anlaşmadır. Birincisi, etkilenen ülkenin, vatandaşların geri dönüşünü geçici olarak engelleyen geçici bir silahlı çatışma, çevre felaketi veya diğer olağanüstü yıkım durumunda olması gereklidir. İkincisi etkilenen ülke bu vatandaşların geri dönüşünü uygun şekilde sağlayamıyor olmalıdır. Üçüncü olaraksa, etkilenen ülke ABD Hükümetinden GKS hakkı verilmesine ilişkin resmi bir talepte bulunmalıdır. Bunun anlamı belirli bir ülkeye GKS verilmesi veya verilmemesini belirlemek için kullanılabilecek epeyce ayrıntı olduğudur. Bu ayrıca ülkelerin Küçük Ada Devletlerinin olası batışı örneğindeki gibi kalıcı olarak yıkıma uğradığı ülkeler olması halinde, GKS’nin uygulanmasının mümkün olmadığı anlamına da gelmektedir. Ve son olarak, insani koruma perspektifinden, etkilenen ülkenin vatandaşlarına koruma talep etmesi gerekiyorsa ama o ülke isteksiz veya işbirliği yapmıyorsa, GKS yine uygulanamayacaktır. GKS türü mevzuatın sınırlılıklarını anlamak için işbirliği yapmayan veya Myanmar gibi yüksek risk altındaki ülkelere bakılmalıdır.
Uluslararası hukuk dışında çözümler
Yine de GKS mevzuatı, hedefi belli emek göçü politikaları gibi ve ulusal göç ve iltica politikaları içinde, çevresel göçmenlere ek korumalar sağlayan belirli hükümler, yerinden edilmiş popülasyonlara gerçek korumalar sunmak için kullanılmakta olan önemli bir politika seçeneğini teşkil ediyorlar. Bu politikaların her biri – çalışma anlaşmaları, göç ve iltica hükümleri ve geçici korumalar – aslında ulusal hükümetlerin ve uluslararası kurumların gerçekleşme olasılığı artan iklim değişikliği kaynaklı yerinden olmalarla nasıl başa çıkılacağını düşünürken kullanabileceği spesifik ve pratik mekanizmaların mevcut olduğunu gösteriyor. İklim değişikliğinin göçle ilişkili belirli sonuçlarının halen bilinmediği bu ortamda, uluslararası toplumun belki de ‘mülteciliğin’ tanımının bir tür genişletilmesi üzerinden uluslararası hukuk içinde çözümler aramaya odaklanması tek seçenek olmamalı. Uluslararası hukuk tartışmasının kısa vadede çözülmesi mümkün görünmüyor. Uluslararası hukukta bugünden yarına değişimler aramak yerine, uluslararası toplum, mevcut ulusal devlet yasaları külliyatının incelenmesinden ve tek tek devletlere – özelikle de en yüksek sayıda olası göçmenin odağı olması muhtemel olanlara – risk altındaki ülkelerden emek göçünü artırmayı, çevre felaketleri nedeniyle korunmaya muhtaç kimselere yönelik spesifik iltica mevzuatını içermeyi ve çevresel sebeplerle geçici olarak yerinden olmuş insanlara yönelik korumalar sağlamayı hedefleyen karma bir politikayı araştırma yönünde basınç uygulanmasından daha fazla fayda görebilir.
İşte bu Yeni Zelanda modeli, İskandinav modeli ve GKS modeli karması, bir ara adım olarak, iklim değişikliği ve diğer çevresel sorunlar nedeniyle yerinden olmuş insanlar için, mevcut uluslararası yasal korumaları değiştirmeden veya uyarlamadan, en sağlam ve spesifik korumaları sağlayabilir. Bunu tanıyarak, bu alandaki ulusal yasaların güçlendirilmesine daha güçlü bir odaklanma, devletler ve bölgesel ittifaklar tarafından güçlü bir kesişen insani korumalar sisteminin geliştirilebilmesini sağlamak, evrilen hukuk normları yaratılmasına, uluslararası hukukun uyarlanmasına katı şekilde odaklanmaktan daha çok yardımcı olabilir. Aslında, bazı uluslararası kurumlar, en başta da Norveç Mülteci Konseyi ve onun iklim değişikliği hukuk koordinatörü Vikram Kolmannskog, benzer yaklaşımları savunuyorlar. Bu ve buna benzer diğer çabalar, uluslararası hukuk camiasından daha fazla ilgi görmeli çünkü daha sağlam koruma ve yardım mekanizmaları geliştirme konusunda ciddi fırsatlar teşkil ediyorlar.
Şu anda yeni uluslararası konvansiyonlar benimseme, mevcut olanları uyarlama ve belirli korumaları problematik ve halen tanımsız olan ‘iklim mültecileri’ kategorisine genişletme konusundaki çıkmazla ilgili olarak bildiklerimiz üzerinden, devlet düzeyinde farklı politika seçeneklerine odaklanan ara bir adım, belki de şu anki en iyi uygulamalara dair kapsamlı bir el kitabı hazırlanması bile, son derece önemli bir kaynak olabilir. Eldeki en iyi politika seçeneklerinin net bir algısı ile, uluslararası kurumlar tek tek devletlere ve bölgesel ittifaklara nüfus hareketlerine dair yaklaşmakta olan zorluklarla baş etme konusunda basınç uygulamada daha etkili olabilirler. Bir geçiş yaklaşımı ve pragmatik bir yaklaşım olarak bu, uluslararası hukukun karmaşık ve uzun süreceği kesin bir sorununa esaslı bir katkı teşkil edebilir.
Benjamin Glahn
[email protected]
Bu yazı dunyadanceviri.wordpress.com adresinden alınmıştır. Çeviren: Serap Güneş