Erk sahipleri muhalifleri düşman olarak tanımlayıp, onlara karşı hukuk dışı yollara başvuruyorlar. Bu hukuk rejiminde polis, savcının rolünü alıyor. Dostoyevski bugün yaşasaydı romanının adını “Suç ve Ceza” koyar mıydı?
Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez
Vedat Türkali
Bir zamanlar ülkemizin dört yanının düşmanla çevrili olduğu, “bugünlerde” milli birlik ve beraberlik içinde olmamız gerektiği anlatılırdı. O “bugünlerde” hiç bitmezdi, çünkü sürekli yeni düşmanlar üretilirdi. Toplumda var olan sınıf çelişkilerini gizlemek için işlevsel olan bu yöntem kapitalizmin yarattığı yeni sorunlar ve yıkımlar nedeniyle düşmanı ülke sınırlarının içine taşımayı gerektirdi. Artık siyasal iktidara biat etmeyen kesimler, gerçeği yazan gazeteci, belediye başkanı ya da milletvekili seçilebilen muhalif siyasetçi, hakkını arayan işçi, barışın yanında yer alan akademisyen, doğaya sahip çıkan köylü, “bir grup öfkeli adam” denilen cihatçı katillerden daha büyük tehlike olarak görülüyor.
Aynı zamanda yeni bir hukuk rejimine geçiş anlamına gelen ve sadece memleketimize özgü olmayan bu dönüşüm Denizer Şanlı tarafından masaya yatırılmış.
“Çeteler Mecliste Öğrenciler Hapiste” sloganlarının atıldığı yıllarda henüz öğrenci olan Denizer Şanlı, Düşman Ceza Hukuku adını verdiği çalışmasında Türkiye özelinde yaşanan ve yakından bildiği uygulamalara girmiyor, daha çok kuramsal bir tartışma yürütüyor.
Bir doktora tezi olan bu çalışmanın hap gibi alınıp yutulması kolay değil, biraz dikkatli bir okuma gerektiriyor. Ancak faşizmin Nazi üniforması içinde karşımıza çıkacağını sanarak AKP’nin faşist olmadığını kanıtlamak için kendini paralayan kimi yazarlar ile 2010 referandumunda vesayet yıkma adına hukukun askıya alınmasının ne anlama geldiğini kavrayamayan “Yetmez Ama Evet”çiler ve boykotçular gibi aklı evveller nerede hata yaptıklarını anlamak için bu kitap üzerinde çalışmalı. Belki neo-faşizmin siluetini görebilirler.
Yurttaş ceza hukukuna karşı düşman ceza hukuku kavramını ortaya atan Günther Jakobs adında bir Alman Hukuk Profesörü. Denizer bu fikir babasıyla ilk olarak kavramın düşünsel kaynakları için tartışmaya girişiyor. Jakobs kavramı Rousseau’ya, Fichte’ye, Kant’a, Hobbes’a dayandırmaya kalktıkça Denizer karşı çıkıyor, Profesörün bu düşünürlerin yapıtlarından işine gelen kısmını alan seçmeci yöntemini açığa vuruyor.
Bizden misin terörist mi?
Buradan düşman ceza hukukunun güncel zemini tartışılmaya geçiliyor. 11 Eylül saldırısının, kavramın devreye sokulması için bir milat olarak kabul etmenin mümkün olduğu görülüyor. Bush’un “ya bizimlesiniz ya teröristlerle” diyerek kendisinden olmayanları şeytanlaştırması iktidarların yeni düşman algısının nasıl üretileceği hakkında ipucu vermişti. Nitekim yurttaş ile düşman arasındaki ayrıma dayanan Düşman Ceza Hukuku ülkemizde de “çapulcu”, “eşkıya” gibi sıfatlarla kendisine karşı olanları dışlamaya yönelmişti. Adil yargılama hakkının kısıtlanması, savunma hakkının kullanılmasına kısıtla getirilmesi, masumiyet karinesinin ortadan kaldırılmasına varan uygulamalar artık savaşta ele geçen esirler için değil iktidarın susturmaya çalıştığı muhalifler için yürürlüğe geçirildi.
Fakat Chossudovsky ve Neocelous gibi solcu yazarlar gerek Avrupa’da gerekse ABD’de “terör karşıtı mevzuatın” 11 Eylül saldırısından önce başladığına işaret ediyor ve bu tarihi milat olarak kabul etmek yerine olağanüstü halin kalıcılaşmasını kapitalizmin iç dinamikleri ile açıklıyorlar. Kitapta bu tezler açık haliyle tartışılıyor. Hatta “kalıcı olağanüstü hal” yerine “daimi kriz“ formülasyonu ile tartışmaya katılan Boukalas’a da yer açılmış.
Ülkemizden bu tartışmaya katkı ise Halkın Devrimci Yolu dergisinden geliyor. Bu görüşe göre; eski ceza politikaları, yeni toplumsal-sınıfsal dinamikleri denetim altına alamadığı yerde krize sürükleniyor ve yeni kriminalizasyon politikalarına ihtiyaç duyuyor.
Düşman Ceza Hukuku’nun uygulamalarının anlatıldığı bölüm, vatandaş-düşman ayrımı ve sanık haklarının ortadan nasıl kaldırıldığı anlatılıyor ki kumpas davalarından neler olduğunu biliyoruz.
Herkesin teröristi kendine
Düşman Ceza Hukuku’na eleştiriler başka bir bölümde toplanmış. Birleşmiş Milletler’in terörizm tanımı yapmayarak, terörizmle mücadele önlemleri konusunda devletlere inisiyatif tanıdığını görüyoruz. Bu tanımla düşman somut bir kategori yerine soyut bir tasarım olarak ortaya çıkıyor. Bu tasarlanmış düşman suç işlediği için değil düşman olarak tanımlandığı için cezalandırmayı hak ediyor. Dönemin ihtiyaçlarına göre düşman tanımının değişmesi ise suç olan fiilleri de kendisiyle beraber değiştiriyor. Örneğin Kolombiya’da (ve malum bir ülkede) barış sürecinde olup olmamaya göre gerillaya yapılan hukuki işlemler farklılık gösteriyor. Cumhur İttifakı’nın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 1. ve 2. tur seçimlerine yansıyan “Devletin bekası-Kürdistan” salınımının “açılımları” kitapta yazmasa bile okura satırların arasından sırıtıyor.
Özetle erk sahipleri muhalifleri düşman olarak tanımlayıp, onlara karşı hukuk dışı yollara başvuruyorlar. Bu hukuk rejiminde polis, savcının rolünü alıyor.
Dostoyevski bugün yaşasaydı romanının adını “Suç ve Ceza” koyar mıydı? Bu sorunun cevabını, Öğrenci Koordinasyonu saflarında “Ferman devletin üniversiteler bizimdir” sloganını birlikte attığım yoldaşım Denizer vermiş. Bu vesileyle, 20 yıl sonra hâlâ mücadelenin bir köşesinde bulunup, üretmeye, yeşertmeye devam eden tüm Koordinasyonculara selam olsun.
*Yazı sendika.org’de 21 Ekim 2019 tarihinde yayınlanmıştır. Yazıya siteden erişmek için tıklayınız.