Geldiğimiz yer herkesin dediği gibi son dönemeçtir, köprüden önce son çıkıştır ve susmak bu aşamada demokrasiden vazgeçmeyi kabullenmek ve diğer insanların seslerini kesmektir
Referandum propaganda dönemi eylemli olarak başladı, her zaman olduğu gibi siyasi iktidar karşıtı bir alanda konumlananlar hain, bayrak düşmanı, terörist ilan edildi ve lanetlendi. Gazete ve televizyonlarda yoğun bir evet propagandası var, bazıları hamasette tavan yapıyor, bazıları ise siyasi iktidar temsilceleri ile bu değişiklikten nemalanacakların sınır tanımaz, tehditkar söylemlerini yumuşatmaya çalışıyor.
Ben özellikle son 7-8 yıldır Türkiye’de bir karşı devrim sürecinin ciddi bir şekilde başlatıldığını ve her bir aşamasının titizlikle planlandığını düşünenlerdenim. Netice itibariyle karşı devrim sürecinin muhatabı hiç bir zaman sadece muhalif siyasi kimlikler değil, bizzatihi devlete hakim olan rejimdir.
Mevcut rejimden memnun olmayabilirsiniz, değiştirmek istersiniz, ama bunu Anayasa ve yasalarla düzenlenmiş yöntemlere uygun biçimde yaparsınız. Anayasa’da Türkiye’nin tabi olduğu rejim “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” ifadesiyle tanımlanmıştır. Başlangıç ilkelerini burada tekrarlamak niyetinde değilim ancak, orada kısaca “çağdaş medeniyet, kuvvetler ayrılığı, hukuk düzeni, onurlu yaşam, bölünmezlik, laiklik, sosyal adalet, hak ve özgürlüklere saygı, sevgi ve kardeşlik, yurtta sulh, cihanda sulh” gibi son zamanlarda bize unutturulmak istenilen kavramlardan bahsedilir.
Bu kavramların devletin yönetimine ilişkin olması nedeniyle görmezden gelinmesi mümkün değildir ve devleti yönetenlerin de uymasında zorunluk vardır. Örneğin, referandum sürecinde farklı düşüncelerin eşit haklara sahip olması gerekir. Başka bir deyişle sürecin adil işlemesi gerekir.
Eşitsizlik söz konusu
Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanunda iktidar partisi ve bu değişiklikten faydalanmayı düşünen Cumhurbaşkanına zaten fazla haklar verilerek bir eşitsizlik yaratılmıştır.
Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun’un Yayın İlkeleri bölümünde yazılı ilkeleri dikkate alınarak yayınlar Yüksek Seçim Kurulu tarafından denetlenebilecek ve adil koşullar sağlanabilecek iken siyasi iktidar daha referandum sürecinin başında muhalefet partilerine golünü atmış ve YSK’nın özel televizyon kanallarını denetimine yönelik Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 149/A maddesini 687 sayılı OHAL KHK’si ile yürürlükten kaldırmıştır.
Artık özel televizyonların referandum ile ilgili yayınları denetim dışı kalmıştır ve hiç kimse YSK’nın belirlediği ilkelere, seçim hukukunun temel ilkeleri olan eşitlik, serbestlik ve dürüstlük ilkelerine uymak zorunda değildir.
Bu ilkesizlik ve denetimsizliğin önemi YSK’nin 94 nolu kararında yer alan televizyon kanallarının incelenmesinden sonra daha anlışılır olacaktır. Zira bu televizyon kanalları arasında siyasi iktidara muhalif yayın yapan, yada siyasi iktidar temsilcilerine yakın kişilere ait olmayan kanal sayısı yüzotuzdört içinde en fazla ondur. Bunun üzerine süreç içerisinde lisansı verilecek, halen kapatılmış durumdaki TV kanallarını koyduğunuzda durum daha da vahim hale gelecektir.
Gazeteler bakmından durum daha da kötüdür, zira bir çok gazeteci şu an tutuklu olup, dışarıda olanlar da ceza tehdidi ile susturulmuş, korkutulmuş vaziyettedir. Bunları bilmek için ise bir yetenek gerekmiyor, biraz dikkatli bakıp kulağınızı açık tuttuğunuzda her şeyin çok açık olduğu görülecektir.
İnsanların sosyal medya hesaplarının takip altına alınıp suç üretildiğini de hesaba katarsanız, artık muhalif seslerin kendini duyurma şansının elinden alındığı da gerçek bir durum olarak ortalık yerde durmaktadır.
Dikta rejiminin ayak sesleri
OHAL nedeniyle Ankara’da olduğu gibi açık hava toplantılarının yasaklanacağını, güvenlik nedeniyle planlanmış mitinglerin mülki amirler tarafından iptal edilebileceğini son yedi aylık döneme bakarak düşündüğünüzde ise muhalefet partilerinin ya da sivil toplum örgütlerinin seslerini çıkaramaz hale geleceklerini öngörebilirsiniz.
İsimleri saymakla bitmez ama burada sembol olarak anacağımız YARSAV Başkanı Murat Arslan’dan tutun gazeteci Kadri Gürsel, Ahmet Şık’a varıncaya kadar insanların tutuklu olması, sendikacı akademisyen Barkın Asal’dan başlayın duayen hukukçu İbrahim Kaboğlu’na, Kasım Akbaş’tan, Ertuğrul Uzun’a Murat Sevinç’e, Funda Başaran’a, Cem Kaptanoğlu’a varana dek birçok akademisyenin, değerli bilim insanının ne olduğu belirtilmeyen terör örgütleriyle iltisaklı, irtibatlı gösterilerek, kendilerine suçları dahi söylenmeden ihraç edilmeleri, mahkemelerin bu hukuksuz kararları denetlemekten kaçınmaları Türk hukuk ve siyasi tarihinin kara bir lekesi, utanç abidesi olması bir yana bir dikta rejiminin gelişinin ayak sesleridir ve düşünen herkesin korkup sinmesini temine yöneliktir.
Şimdiye dek yapılanlar ve gördüğümüz kadarıyla yapılacak olanlar hamasi sözlerle, halkın değişiklik metninde hiç konu edilmeyen din ve milleyetçilik duygularının kışkırtılmasıyla, temiz duygularının istismarı yoluyla yanlış algılar yaratıp yönlendirme ve oy devşirmedir.
Son aşamada yargıya çok iş düşmektedir. Özellikle yüksek yargı organları ve üyeleri haktan, hukuktan, emekten, eşitlik ve özgürlükten yana olduklarını göstermek, hiç olmazsa OHAL KHK’leri ile her şeyin yapılamayacağını yüksek sesle söylemek zorundadırlar. Özellikle de bağımsız olduğunu söyleyen, Türkiye’nin ve hatta Dünya’nın en çok üyeye sahip yargı örgütü olduğunu iddia eden YBD yönetimi ve üyelerinin, derneklerinin bir GONGO değil, paramiliter bir örgüt değil demokrasiye bağlı bir yapı olduğunu ifade için bir daha gelmeyecek olan bu şansı değerlendirmeleri gerekmektedir. Mevcut HSYK üyelerinin, Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine seçilmemeleri pahasına gidilen yolun demokrasiyi ortadan kaldıracağını ifade etmeleri bir yurttaşlık ödevidir.
Geldiğimiz yer herkesin dediği gibi son dönemeçtir, köprüden önce son çıkıştır ve susmak bu aşamada demokrasiden vazgeçmeyi kabullenmek ve diğer insanların seslerini kesmektir. Şimdi susanlara tarih bir daha söz hakkı vermeyecektir ve görüş bildirmek “siyaset” değildir. Onurlu yurttaşlık hakkının kullanılmasından, laik, demokratik Cumhuriyete sahip çıkmaktan ibarettir.
*Mustafa Karadağ (Yargıçlar Sendikası Başkanı)