Anayasasızlık ülkesinde anayasacılık: Türkiye’nin anayasa imtihanı – Dr. Dinçer Demirkent (Diken)

Anayasasızlık ülkesinde anayasacılık: Türkiye’nin anayasa imtihanı – Dr. Dinçer Demirkent (Diken)

Anayasacılık ilminin ayaklar altına alındığı günümüz Türkiyesi'nde, seslerin içinde ses olmak gibi mütevazı bir iddiayla okura sunulan eserin sonrasına iz bırakacağı malum

Anayasacılık ilmine ilişkin, bu ilimle uğraşanı şizofreniye sürükleyen süreci Gezi Parkı eylemlerinden beri yaygın olarak yaşıyoruz. Kastettiğim hukukun ihlal edilebilir olması ve ihlal edilmesi değil. Bu konuda ünlü kamu hukukçusu Kelsen haklıydı; hukuk normları etkili ve geçerli olmayı sürdürdüğü sürece elbette ihlal edilecektir. Aksine kastettiğim anayasanın hiçbir otoritesinin kalmadığı, anayasasızlaşmış bir toplumda sürekli anayasa tartışması yapılması ve bunun anayasacılara hiç de ihtiyaç duyulmadan yapılmasıydı.

Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı vardı, çünkü köprü inşaatları ancak böyle sürebilirdi. Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı vardı çünkü dolar ancak böyle düşebilirdi. Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı vardı çünkü Hollandalılar Türk bakanı ülkelerine sokmak istememişti vs.

Elbette bu konuların hiçbirinde uzman olmayan zavallı anayasa hukukçularının da sesleri pek çıkmıyordu. Zaten derslerinde biraz çuvallamaya başlamışlardı. Örneğin anayasa değişikliğinde grup kararı alınamayacağını, anayasa değişikliği oylamalarının gizli yapılması gerektiğini, cumhurbaşkanın tarafsızlığını, yargıçların bağımsızlığını, olağanüstü hal kararnamelerine ilişkin sınırlarını anlatırken hep bir sorunun üzerine tünemiş dikenin üzerinde durdular: “Ya bu kurallara uyulmazsa ne olur?”

Çünkü her birine ilişkin örnekler, cevval öğrencinin gözü önünde yaşanıyordu. Bir kısım anayasa hukukçusu adlarına yakışır bir olağanüstü hal kararnamesi ile öğrencinin bu sorusunda bağışık tutuldular, öyle değil tabii anayasaya aykırı olarak işlerinden atıldılar. Elbette mesleklerinden atmaya kimsenin gücü yetmeyecek.

Mülkiye Anayasa Kürsüsü’nden ihraç edilen Murat Sevinç’in ilham verici üretkenliğinin sonucu olan son eseri, ilmin ilim sahibine ait olduğuna ve kararnamelerle elinden alınamayacağına bir kanıt daha sundu. İletişim Yayınları’ndan ‘Türkiye’nin Anayasa İmtihanı: Cumhurbaşkanlığı Başkanlık Tartışması’ başlığı ile yayımlanan eser, 16 Nisan referandumuna ilişkin tartışmaları, konuya ilişkin Türkiye anayasa tarihini ve geleneğini odağa alarak değerlendiriyor.

Açıkçası, iktidarın televizyonunda yayımlanan köprü reklamlarına, iktidarın gazetesinde çıkan hamasete karşı anayasacılık geleneğinin içinden tartışmanın kökenlerini, gelişimini, bugün vardığı yeri ana hatları ile ortaya koyuyor.

Sevinç, dünya anayasacılığına ilişkin ülkelerin tarihi gelişmeleri ve hükümet sistemleri arasındaki bağı kısaca ortaya koyduktan sonra Türkiye’de cumhurbaşkanlığı kurumunun serüvenini kendine has üslubuyla sunuyor.

Bu bölümde Türkiye’nin anayasal geleneği içinde cumhurbaşkanın konumuna ilişkin, özellikle de kurucu meclisler içindeki tartışmalar konunun uzmanı olmayan okur için çok önemli. AKP’nin bir önceki girişimlerinde partili cumhurbaşkanlığını savunurken sürekli atıf yaptığı 1924 Anayasası’nın yapılışı sırasındaki meclis görüşmelerinde, meclis üyelerinin en çarpıcı tutumu olarak Meclis’in cumhurbaşkanlığı makamına karşısında yetkilerine kıskançlıkla sahip çıktığını vurguluyor Sevinç.

Anayasa tarihine bugüne kadar uzak durmuş okur için tekrar etmekte fayda var. Bu Meclis, 1920 Meclis’i gibi üyelerin görece bağımsız olarak Meclis’e geldikleri bir Meclis değildi. 1923’te seçilen ve 1924 Anayasası’nı yapacak olan meclis, İsmail Göldaş’ın deyimiyle güdümlü bir Meclis’ti. Bir iki istisna dışında hepsi Mustafa Kemal’in onayıyla seçilmişlerdi.

Buna rağmen bu meclis, sistemi tıkanıklardan kurtarmak için teklif edilen fesih yetkisini cumhurbaşkanına vermedi. Güçleştirici veto ve silahlı kuvvetlerin başkomutanlığı yetkilerinin Cumhurbaşkanına, yani o dönem için Mustafa Kemal’e verilmesini öneren teklifler de Meclisçe kabul görmedi.

Ayrıca cumhurbaşkanın Meclis’in yasama yetkisine müdahalesi tehlikesini barındıran ısdar yetkisi, yani Meclis’ten çıkmış yasanın ancak cumhurbaşkanının onayının ardından yasalaşmasını gerektirecek olan yetkinin de cumhurbaşkanına verilecek olmasını kabul etmedi.

Sistemin ayrıntılarına girmeden, Meclis’in komisyonun önerdiği bu yetkiler cumhurbaşkanına hangi gerekçeyle vermediğini güçlü biçimde anlatan ve Sevinç’in kitabında aktardığı Saruhan Vekili Reşat Bey’in konuşmasını aktarmak isterim: “Gazi Paşa Hazretleri katiyetn emin ve müsterih olsunlar ki, millet yine kendi tabir ve tavsiyeleri veçhile hakimiyetlerinden bir zerresini ismi ve makamı ne olursa olsun ve kim olursa olsun, hiçbir makama, hiçbir ferde tevdi ve teslim edilmeyecektir… Her yerde olduğu gibi buradaki temaslarımdan da anladım ki millet hakimiyetini muhafaza hususunda büyük bir azim ve kudret göstermektedir. Kanaat-i katiyem şudur ki, farz-ı muhal olarak Allah Reis-i Cumhur olsa, kat’i arz ediyorum. Haşâ… Malaike-yi kiram Heyet-i Vekile olsa fesih selahiyetini verecek olan yoktur.”

1924 Anayasası’nda cumhurbaşkanlığı makamına ilişkin parlamenter sistemin temel esaslarının benimsendiğini yazar Murat Sevinç. Partili cumhurbaşkanlığı meselesine gelince…. 1924 Anayasası’nın izin verdiği bu duruma, yani parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının bir kişinin uhdesine birleşmesine en sert karşı çıkış, AKP’nin demokrasinin yıldızı olarak göklere çıkardığı Demokrat Parti’den gelmiştir.

Demokrat Parti’nin tek parti yönetimine en sert karşı çıkışını içeren Hürriyet Misakı belgesi açıkçası bu durumun terk edilmesi şartını koşar.

Sevinç, 16 Nisan referandumunda oya sunulacak metnin gerekçesinde 1961 ve 1982 anayasaları dışındaki anayasal metinlerimize atıf yapılmamasını ‘manidar’ bulmuştur.

Asıl hedefte olanın ise 1961 Anayasası olduğunu iddia etmektedir. İyisi ve kötüsüyle Türkiye anayasacılığının zirvesi olarak tanımladığı 1961 Anayasası Türkiye’de parlamenter sistemi bütün kurumlarıyla oturtan anayasa metni olmuştur. 1961’de anayasa koyucu 1950-60’ta yaşanan diktatörleşme eğilimlerinin önünü kesmek için yeni kurumlar getirmiş ve bu kurumlar her zaman Türkiye sağının hedefinde olmuştur.

TRT’nin özerkliği, üniversite özerkliğinin anayasal güvenceye kavuşması, AYM’nin anayasal bir kurum olarak kurulması, Millet Meclisi’nin yanında seçilme koşullarında yaş ve yükseköğrenim aranan, doğal üyeliğin olduğu Cumhuriyet Senatosunun kurulması 1961 Anayasasının getirdiği yeniliklerden başlıcaları olarak sayılabilir. Bu kurumların birçoğu Türkiye sağı tarafından milli iradenin önündeki vesayet kurumları olarak görülmüşse de çoğulcu demokrasinin Türkiye’de yeşerebilmesine imkan sağlamış kurumlardı.

Çoğulcu demokrasi, çoğunlukçuluğun, yani yüzde 51’in her istediğini yapamaması, azınlığın haklarının ve çoğunluk olma hakkının elinden alınmaması demektir. 1961 Anayasası, iki başlı yürütme, sembolik cumhurbaşkanı ve hükümet ile tek tek bakanların meclise karşı sorumlu olmasını içeren parlamenter sistemin temel ilkelerini benimsemiş, ayrıca cumhurbaşkanının seçim dönemini meclisin seçim döneminden ayırmış ve cumhurbaşkanın partisiyle bağını kopararak cumhurbaşkanının tarafsızlığını güvenceye almak istemiştir.

Murat Sevinç’in kitabında da vurgulandığı gibi yasamaya karşı yürütmenin, yürütmenin içinde de cumhurbaşkanın güçlendirildiği tek cumhuriyet anayasası 1982’de 12 Eylül cuntacılarının yaptığı anayasadır. Anayasacılık akımına karşı olarak devleti yurttaşa karşı koruyan bir anayasa olarak tarihe geçen 1982 Anayasasında cumhurbaşkanı parlamenter sistemin içinde kalınmış olsa da olabildiğince etkili yetkilerle donatılmıştır.

Danışma Meclisi’nde ‘yüksek hamaset’le savunulan başkanlık önerisi geçmese de tek bir maddede ayrı ve anayasanın çeşitli maddelerine serpiştirilmiş biçimde ayrı verilen yetkilerle cumhurbaşkanının konumu sembolik olmaktan çıkarılmıştır. Yaklaşık üçte ikisi değiştirilmiş olan bu anayasa metni, özellikle 1995-2001 ve 2004 değişiklikleri ile klasik bir burjuva demokrasinin işleyebileceği bir noktaya taşınmıştı.

Bununla birlikte Türkiye’de neredeyse her siyasal kriz anlamsız bir anayasal krize dönüştüğü için Murat Sevinç’e göre bizi 16 Nisan’a götürecek olan süreç de 2007 değişikliği ile ortaya çıktı. Sevinç’in Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı olarak bilinen kararını analiz ettiği kısım, ülkeyi 16 Nisan’a götüren süreç bağlamında mutlaka okunmalı.

367 ile ortaya çıkan hukuksuzluk ile demokratik meşruiyete sahip bir cumhurbaşkanlığı kurumunun oluşması arasındaki bağ ve AKP’nin siyasal fırsatçılığını birlikte değerlendiren Sevinç, sorumluluğun o dönemde de aranması gerektiğini savlamakta.

1982 Anayasası’na göre cumhurbaşkanlığı kurumunun niteliklerine ilişkin siyasallaşmış, krizlere neden olmuş, karşı imza kuralı gibi, cumhurbaşkanının kararnameleri  imzalama yetkisi gibi teknik konuları olabildiğince sarih biçimde anlatmasının ardından Sevinç, 16 Nisan’a giden yol olarak başarısızlığa mahkum edilecek biçimde kurulmuş ve anayasanın meşruiyetini ortadan kaldıracak kararlar almış 2011 Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nu anıyor.

Komisyonun uzlaşamadığı temel meselelerden birinin hükümet sistemi olduğunu vurguluyor. Kitabın ekinde yer alan ve 16 Nisan’da referanduma gidecek metnin maddeleri için ayrı ayrı teknik bir değerlendirmeyi gerekli bulmayan Sevinç ‘seçilen bir kişi’nin neredeyse her şeyi belirleyeceği bir anayasal sistem önerisinin ortaya konduğunu ‘seçilen bir kişi’ye verilen yetkileri sayarak kanıtlamakta.

Böyle bir değişiklik teklifinin demokratik hiçbir yanının bulunmadığını, halk tarafından onaylanmasının onu demokratik kılmayacağını belirtmekte, 1982 Anayasası’nın aldığı yüzde 92 oyu bu bağlamda dile getirmekte.

Eklerinde 1982 Anayasası’nın değiştirilmesine yönelik ciddi TBB, TÜSİAD ve TOBB gibi kurumların önerilerini de sunan eser, 16 Nisan’dan önce okunmalı, okutulmalı.

Anayasacılık ilminin ayaklar altına alındığı günümüz Türkiyesi’nde, seslerin içinde ses olmak gibi mütevazı bir iddiayla okura sunulan eserin sonrasına iz bırakacağı malum.