Sorun şu ki, gerçekte yargıda hâlâ 28 Şubat’ın çağdaşlarıyız! Hadi biraz daha ileriye gidip daha da açık söyleyelim: Son yüz elli yıldır 28 Şubat'ı sürekli yaşıyoruz. Bugün de dahil!
Sorun şu ki, gerçekte yargıda hâlâ 28 Şubat’ın çağdaşlarıyız! Hadi biraz daha ileriye gidip daha da açık söyleyelim: Son yüz elli yıldır 28 Şubat’ı sürekli yaşıyoruz. Bugün de dahil!
28 Şubat döneminin unutulmaz sahnelerinden birisi de yargı mensuplarının festival havasında Genel Kurmay Başkanlığı’ndan brifing almalarıydı. Ankara hakim ve savcıları ile Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyelerinin bir çoğu tek sıra halinde otobüslere doluşup Genel Kurmay’a gitmişler, koltuklarda yer bulamayanlar aralara sığınmış, bazıları yerlere oturmuş, brifing bittikten sonra da aydınlanmış insanların huzuruyla elleri patlayıncaya kadar alkış tufanına katılmışlardı. Brifingin fotoğrafları zaman içinde hem 28 Şubat döneminin hem de Türkiye yargısının temsilinde ikonografik bir anlam kazandı. Bir defa yargının tarihsel karakter yapısına ait eşsiz resimler sergileniyordu orada. Türkiye muhafazakârlığının Cumhuriyetin hukuk ve yargısına dönük eleştirisinin en çok kullanılan göndermelerinden birincisi işte bu resimlerdir ki, son yirmi yıldır bu kesimin Cumhuriyet yargısı karşısında doyumsuz bir haklılık iştahını da körükleyegeldi.
28 Şubat’ta yargıdaki gelişmeler, Türkiye muhafazakârlığı açısından “kötü geçmiş”in, “kötü hatıra”ların bahsinde bugünkü “ferah” günleri daha da haklı kılan resimler olarak duvarda asılı tutulmaktadır. Daha da önemlisi, AKP’nin kendi varlığı ile aşıp geride bıraktığı bir “tarih” olarak sürekli gözümüzün önünde hazır ve nazırdır. Bir başka husus ise, 28 Şubat döneminin Türkiye yargısının geçmişi ile bugün arasındaki farka istinaden olumlu ilerlemenin bir ispatı olarak da işlem görmesidir Türkiye dindarlığı için.
Artık hep 28 Şubattayız!
28 Şubat artık “tarih” olmuş mudur? Bu soru sadece Türkiye’nin muhalif politik tarafları için değil, aynı zamanda AKP ve dindar muhafazakârlar için de son derece anlamlı ve üzerinde yeniden, yeniden düşünülmesi gereken bir sorudur. Bir yanıyla bakıldığında Türkiye muhafazakârlığı, yargı ve hukuk alanının tek eksiğinin kendileri olduğu kanaatindedir ve artık o “eksik” tamamlandığına göre yargıda küçük küçük sorunların zaman içinde çözülebileceği yeni bir evrenin mutluluğunu yaşayabileceğimiz vaadindedir.
Fakat asıl garip olan, bu tezi bizzat ileri sürenlerin kendilerinin çürütmek için çırpınmalarıdır. Başka bir deyişle, yargının bugünkü “düşkün” ahvali konusunda AKP muhaliflerinin eleştirilerini dinlemeye hiç ihtiyacımız yok. Çünkü bizzat AKP’nin kendisi her üç yılda bir yandan “yargıyı kurtardığı”nı iddia edip hemen sonra “yargının başkaları tarafından ele geçirildiği”ni söyleyerek yargının her haliyle nasıl bir “şenlik” durumunda olduğunu ortaya koymakta bir beis görmüyor. Belli ki Türkiye’nin yargısı ve hukukunun derin bir sorunun içine battığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Sadece yargının mağduru olduğunuzda değil, sahibi olduğunuzda da sizi bir utanç ile karşı karşıya bırakan bir gerçek bu.
28 Şubat yargısı üzerinden atfedilen “kötülük”, gerçekte, 28 Şubat öncesinden tanıdık olduğu gibi 28 Şubat’ın “bin yıl geride” kaldığının düşünüldüğü bugün de kolaylıkla teşhis edilebilir bir haldedir. AKP’nin yargıyı 28 Şubat’tan her kurtarışından hemen sonra bir kez daha kurtarmak için yemin etmesi de bunun en açık delilidir. Nitekim, yeni anayasa değişikliği ile Türkiye yargısını yeniden kurtarmanın peşinde olduğunu ilan etmiştir.
Bütün bu sözlerden sonra daha açık konuşalım mı?
Sorun şu ki, gerçekte yargıda hâlâ 28 Şubat’ın çağdaşlarıyız! Hadi biraz daha ileriye gidip daha da açık söyleyelim: Son yüz elli yıldır 28 Şubat’ı sürekli yaşıyoruz. Bugün de dahil!
28 Şubat’ın soy kütüğü
28 Şubat, gerçekte Türkiye yargısının bir döneminin adı değil, tarihsel kaderi olmuştur. Bir defa, yargının iktidarlarla olan pederşahi ilişkisi zaten kadimdir. İktidardan övgü ve azar aralığında gidip gelen daimi brifingler alarak iş gördüğü gerçeği de reddedilemez. Tıpkı AKP’nin yaptığı gibi kendilerinin istisna olduğunu iddia etmek de bu kadim gerçeğin bir başka patolojik görüntüsüdür.
Cumhuriyet yargıda bir istisna değildi. AKP de öyle! Nitekim tarih, bugüne kadar yargı konusunda esaslı söz sahibi herkesi kendi dönemiyle yalanlamıştır ve yalanlamaya devam etmektedir.
Musahipzade Celal, 1927’de “Aynaroz Kadısı”nı yazdığında yaklaşık yüz yıllık bir yakın Osmanlı dönemi yargısının karakterini ortaya koyuyordu aslında. Kendi küçük çıkarları ve gündelik rahatı uğruna meşihat (bugünkü Adalet Bakanlığı ve HSYK diyelim buna) ile akrabalık kurmak için var gücünü harcayan Aynaroz Kadısı, aslında 28 Şubat’a kadar uzanan geleceğin hâkim profilini de ortaya koyacak bir karakter vasatını sergiliyordu.
İzmir suikasti yargılamaları sırasında Kazım Karabekir’e yapılan özel muameleye sinirlenen Mustafa Kemal’in Çeşme’deki baloda özel olarak çağrılan yargıçları azarlaması ve yargıçların pencereden atlayarak baloyu terk etmeleri de Türkiye yargısının iktidarlar karşısında ne kadar dayanıksız olduğunu ortaya koyuyor.
Yargının brifing alma geleneği 1944 Irkçılık-Turancılık Yargılamalarında, 1959’da bir grup Kürt gencinin yargılandığı “49’lar Davası”nda da görülüyordu. Yassıada yargılamaları, sonradan kurulan yetkisiz bir mahkemede görüldü ve hakimlere brifing verilmesi bile gerekmemişti. 1971 ve 1980 darbe yargılamalarında ise yargıçlar ve savcıların faaliyetleri toplumun kitlesel biçimde sevk edildiği merkezler olarak inşa ediliyordu.
28 Şubat 1997’ye gelindiğinde, yargıç ve savcıların kendi bağımsızlık ve tarafsızlıklarını kıskanç biçimde korudukları bir tecrübeye sahip olmadıkları ortadaydı. Yargıçların büyük bir çoğunlukla Genel Kurmay Başkanlığı’nın brifingine koşarak gitmelerinde şaşırtıcı bir durum yoktu yani. O brifingin çağrısının 2010 yılına kadar yargının içinde yeniden ve yeniden yankılandığını gösteren belirtiler ise çok sayıdadır. Anayasa Mahkemesi’nin 367 formülüne sahip çıkması ve AKP’li bir cumhurbaşkanının seçilmesini engellemesi, “türban” değişikliği olarak tanınan ve 411 milletvekilinin oy verdiği anayasa değişikliğinin iptali, AKP kapatma davasının açılması yargıya verilen görevlerin şevkle üstlenildiğini gösteriyordu.
Ve bugüne gelen süreç
2010 yılından sonra yargı iktidarındaki dönüşümün 28 Şubat yargısının reflekslerini değiştirmesini sağladığını iyimserlikle söyleyecek hiç kimse kalmadı bugün. Ama çok garip bir durum ki, 2010 HSYK seçimlerinde Cemaat listesi yüzde 70’lere varan bir destek almış, hakim ve savcıların iktidar dönüşümü ve tercihlerine çabucak intibak yetenekleri olduğunu bir kez daha fark etmiştik. Meğerse yargıçlar her gelenden brifing almaya peşinen hazırlarmış! Cemaatin 2010-2013 dönemindeki yargı yönetimi daha geniş ve kitlesel brifingler tertiplemiş, hakim ve savcılar arasında yaygın bir destek ve onay almış, avuçları yırtarcasına alkış tutma geleneği sürdürülmüştü. Tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi! Dolayısıyla yargıç ve savcıların Cemaat’in yargı iktidarı ile nasıl barışık bir profil sergilediğini hatırlatmak bizim açımızdan bir görevdir ki, 2013 sonrası birden bire bu kez aynı yargı mensuplarının “Cemaat mağduru” olarak sıraya girdiğini anlamak bakımından önemli bir evreye tekabül eder. Buna, 2013 sonrası Cemaat’e karşı hükümeti bağrına basması ve orada sakınmaya devam etmesini de ekleyelim.
Hakim ve savcıların iktidarla olan sadakat ilişkisinin rutin tarihini yazmak bile çok yorucu olacaktır. Onun için hemen bugüne gelelim. Hakim ve savcılar, bugün hükümetin anayasa değişikliği ile HSYK’nın kendi iradelerinin dışındaki dar bir politik merkezde inşa edilmesine neredeyse hiç ses çıkarmıyor. Tıpkı 28 Şubat’taki gibi! Dahası, daha geçen haftalarda toplu olarak Külliye’yi ziyaret ederek Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan brifinglerini de alıp mutlu mesut evlerine döndüler.
Geldiğimiz noktada ister geçmiş, ister bugün, isterse gelecek bakımından iyimser bir yargı portresi çizmemizi sağlayacak güçlü ve kalıcı bir yargı tecrübesine rastlamadığımıza artık kimseyi ikna etmek durumunda değiliz. Değil mi sevgili okuyucu? Bugünün yargısını 28 Şubat yargısı üzerinden haklılaştırmaya çalışmak kadar geçmişin yargısını bugünün yargısının geldiği kötü manzara üzerinden haklılaştırmaya çalışmak da trajik bir politik tercihten başka bir şey değildir.
Türkiye yargısı ve siyaseti artık yeni bir yol bulmak zorundadır. Çünkü, 28 Şubat yargıda bin yıldır sürüyor ve gelişmelere bakılırsa bin yıl daha sürecek gibi görünüyor.
İktidarlar geliyor, gidiyor. Ama yargı aynı kalmaya devam ediyor.
Artık şunu bilelim: Böyle bir yargıdan kimseye hayır gelmez, gelmeyecek. Halka, iktidarlara hayır getirmediği gibi hakim ve savcılara da hayır getirmeyecektir. Bugün bu gerçeği daha iyi biliyoruz.
Türkiye’nin yargısındaki bin yıllık 28 Şubat karanlığını yıkacak ve yeni bir dönem başlatacak söz, söylem ve pratikleri daha ısrarla düşünmek zorunda olduğumuz bir dönemdeyiz. Malum, her kimin olursa olsun “bin yıldır süreceği” zannedilen şeylerin de bir fiske ile yok olabileceğini gördüğümüz bir yakın tarihe de sahibiz artık…
*Dr. Orhan Gazi Ertekin, Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı ve hakim.