Av. Fikret İlkiz ile röportaj – “Kendi Gücüne İnanan Bir Savunma Makamına İhtiyaç Var” (bianet)

Av. Fikret İlkiz ile röportaj – “Kendi Gücüne İnanan Bir Savunma Makamına İhtiyaç Var” (bianet)

Fikret İlkiz, meslek hayatı boyunca çok fazla başarının altına imzasını atmış bir avukat. İlkiz, görüşmemizde olanları değil olmaması gerekenleri anlattığını söyleyerek “Aksi içselleştirmeye neden olur” dedi

Fikret İlkiz, meslek hayatı boyunca çok fazla başarının altına imzasını atmış bir avukat. İlkiz, görüşmemizde olanları değil olmaması gerekenleri anlattığını söyleyerek “Aksi içselleştirmeye neden olur” dedi

Fikret İlkiz, bir dönem avukatı ve hukuk danışmanı olarak çalıştığı Cumhuriyet Gazetesi’nin tutuklu avukatlarının avukatlığını yapıyor. Aynı gazetede sorumlu yazı işleri müdürlüğü görevini yürütmüştü.

İlkiz, İstanbul Barosu dergi yayın kurulu, İstanbul Barosu staj eğitim merkezi (SEM) kurucu ve yürütme kurulu, SEM “AİHS ve Bireysel Başvuru” bölüm başkanlığı, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma Uygulama Merkezi Yürütme Kurulu, Basın Konseyi Hukuk Danışmanlığı ve Genel Sekreter Vekilliği görevleri ve üyeliklerinde bulundu.

İstanbul ve Bilgi üniversitelerinin iletişim fakültelerinde de öğretim üyesi olarak ders veren İlkiz, aylık yayınlanan Güncel Hukuk Dergisi’nin Genel Yayın Koordinatörlüğünü yapıyor. 17 yıldır her Pazartesi günü bianet’te “Hukuk Gündemi” adlı köşesinde yazıyor. İlkiz, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Onursal Üyesi olup Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 1998 Basın Özgürlüğü Ödülü’nü kazandı.

Geçtiğimiz ay bir avukat duruşma salonundan dışarı atıldı. Savunma üzerinde kurulan bu yoğun baskının sebebi nedir?

Türkiye’de avukatlık ya da savunma mesleği yıllardan beri sorunlu olan bir konudur, bu yeni bir şey değil. Özellikle en son örneklediğiniz olaydan hareketle baktığınız zaman bunun aktörleri farklı. Bir tarafta yargı ve yargı içinde avukatların yer alması, öbür tarafta yargının kurucu unsuru olmak. Şunu sürekli isterler: Avukatlar yargının kurucu unsuru olmasın; ama hak savunması anlamında mahkemelerde, soruşturmalarda bulunsunlar.

Uzun yıllar verilen bir mücadele sonucunda Avukatlık Kanunu’nda da yapılan değişiklikle avukatların aslında yargının kurucu unsuru olduğu, savunmanın yargının çok önemli bir ayağı olduğu kabul edilebildi. Bunu kanuna koymuş olmak hiçbir şeyi çözmüyor. Çünkü sonuç olarak kanunda yazılı olsa bile avukatların içinde bulunduğu duruma baktığınız zaman istenmeyen ve yargının kara bahtlı çocukları olduğunu görürsünüz. Sevmezler ve istemezler. Bu kelimelerin altında yatan bazı istisnaları da vardır. Aslında yargıyı ayakta tutan da o istisnalardır.

Avukatlar yargının sürekli muhalefet şerhleridir. Örneğin bir hukuk davasında bir muhalefet şerhidir. Çünkü insanlar genelde haklarını aramak için avukata başvururlar. Avukatlar da hakkın yerine getirilmesi konusunda gözükmeyen, hissedilmeyen bir kamu görevini yerine getirirler. Avukatların bu anlamda savunmanın en önemli aktörü olduğunu kabul ederseniz ya da en azından avukatların yargının kurucu unsuru olduğunu kabul ederseniz, yargıdaki işler kendiliğinden düzelir. Çünkü insanların avukata ulaşması demek yargıya, yargıya ulaşması mahkemeye ulaşması demektir.

Bütün bunları topladığımız zaman ortak payda hakkının ihlal edildiğini düşünen insanların yargıda adalet aramasıdır. O yüzden mesele kanunlar değildir. Mesele, hukuktur, hukukun üstünlüğüne inanmaktır. Avukatların olmazsa olmaz olduğunu kabul edebilmek ve bunu içinize sindirebilmek meselesidir. Bu yıllardır Türkiye’de sevilmeyen, istenmeyen, ülkenin kara bahtlı çocuklarıdır diye kabul edilen meslek grubudur.

Bireysel olarak somut bir savunma ihlali yaşadınız mı?

Yıllardan beri Türkiye savunma ya da mağduriyet anlamında hak ihlallerini yaşıyor. Onun için benim özelimde herhangi bir hak ihlalini yaşamama gerek yok. Ama avukatlık mesleği olarak baktığınız zaman, konuyu doğrudan avukatlara yönelik saldırılar olarak incelediğinizde mutlaka fiziki saldırılar olarak algılamamak gerekir. Bu saldırıların en azından savunma mesleğini yapılmış olduğunu kabul etmek gerekir.

Örneğin çok basit olarak herhangi bir icra veya haciz sırasında var olan işini yapmaya çalışan avukata yapılan fiziki saldırı ne kadar önemliyse, bir avukatın herhangi bir dava dosyasına ulaşması konusundaki bütün engeller aynı anlama gelir. O yüzden iddianın başladığı yerden savunma yoksa o iddia ya da o yargı, baştan sakat anlamına gelir. O yüzden hak ihlalleri dediğiniz kavramları yan yana getirdiğiniz zaman hayatın her alanındaki hak ihlali avukatları doğrudan ilgilendirir, avukatların sorumluluğudur.

Bu sorumluluk çerçevesinde de mutlaka mücadele etmek gerekir. Çünkü avukatların mücadelesinde kendi güçlerinden ve hukukun üstünlüğünden ya da demokrasi kavramından başka güvenebilecekleri, inanabilecekleri bir sığınakları da yoktur.

Savunma üzerinde baskıyı kuran taraf iktidar ancak barolar bazen iktidardan daha çok eleştiriliyor. Bunun temelinde ne var?

Türkiye Barolar Birliği avukatların örgütlü oldukları yerlerdir. Bu örgütlenme bir anlamda yargının örgütlenmesidir, yargının güç örgütlenmesidir. Çünkü avukatlar ve barolar yargının gücünü örgütledikleri andan itibaren hak elde etme yollarını açarlar. Yani yargıya, mahkemeye ulaşmayı sağlarlar ve avukatlar kendi barolarına güvenmek, o barolardaki görevlerini yerine getirmek suretiyle halkın her zaman için başvurabileceği, hukuki yardım isteyebileceği, sıkıştığı zaman sığınabileceği yerler olarak görülmelidir. O yüzden baroların düne göre çok daha güçlü olması ve her avukatın da kendi barosunu o anlamda güçlendirmesi gerekir.

Barolar elinden geleni yapıyor mu?

Ben hiçbir baronun elinden geleni yaptığına inanmak konumunda değilim ve inanmıyorum da. Çünkü yapılan her şey benim için eksiktir. Bu olaylara bakış açınızla çok doğrudan doğruya ilgili olan bir meseledir. Çünkü sonuçta barolar, avukatların mesleki sorunlarını da çözmek zorunda olan örgütlenme modelleridir. Ayrıca barolar avukatların gücünü bir araya getirmek suretiyle de Türkiye’deki yargı ve hukuk sorunlarını çözmekle görevli olan örgütlerdir.

Bu örgütler, böyle bir ülkede ne yaparlarsa yapsınlar görevlerini tam olarak yerine getirmiş sayılmazlar. Çünkü bu görev süreklilik, etkinlik ister, her zaman için hak ihlallerine karşı durabilme konusunda güçlü olmayı gerektirir. Bu yüzden eğer herhangi bir ülkede siyasetçiler, yasama ve yürütme organları bu konuda barolar ne diyor diye sormuyorsa bütün barolar görevlerini eksik yapmış demektir.

Görüştüğümüz barolardan savunma ihlalleri üzerine çalışan tek yer Diyarbakır Barosu. Bu güç varsa neden kullanılmıyor?

Gücü kullanmamak demek görevi eksik yapmak anlamına gelir. Eğer herhangi bir baro görevini eksik yapıyorsa bu avukat olarak benim sorumluluğum anlamına gelir. Ben de görevimi eksik yapıyorum anlamı çıkar. Dolayısıyla mesele herhangi bir şekilde bir anlamda özeleştiri yapmadan ya da bir anlamda çıkmadan eleştirmek değildir. Sebebi de eğer güçlü bir baro istiyorsanız, avukat olarak üzerinize düşen görevlerinizi yerine getirmek, kendi örgütünüzü de güçlendirmek zorundasınız.

Bu örgütü güçlendirdiğiniz andan itibaren o baro hesap verilebilirlik noktasında sizinle karşı karşıya kalacaktır. Ama hesabı sorabilmeniz eleştirebilmeniz için önce avukat olarak siz üzerinize düşen görevi sonuna kadar yerine getirmek zorundasınız. Bu karşılıklı bir etkileşim meselesidir. Bazen de barolar avukatların haklarını savunmaya başladıkları andan itibaren avukatlara cesaret verirler, avukatların yalnız olmadıklarını hissettirirler. O yüzden asıl sorun bu örgütlenmeyi, bu gücü birlikte yaşama aktarabilmekten geçer.

Hak ve görevler diye saydığınız andan itibaren insan haklarını temel alan her baro başarılıdır. Zaten eğer buna inanıyorsanız, bu zihniyetteyseniz, insan haklarından hukuk yaratmayı bilebiliyorsanız baronuz güçlü demektir.

OHAL sonrası savunmaya yönelik artan baskılar karşısında tavrınız nedir?

Savunma makamının kendine gelmesi gerekiyor. 16 Temmuz 2017 tarihinden itibaren ilan edilmiş olmakla ve tüm Türkiye genelinde geçerli olmakla Türkiye OHAL ile tanıştı. Ama biz avukatlar için OHAL yeni değil. Sıkıyönetimin Türkiye’de 23 Temmuz 1987’de kaldırılmasından sonra ilan edilen OHAL, Olağanüstü Hal’in sadece Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde devam etmesi bizim bazı konulardaki eksikliklerimizi gösterdi.

Olağanüstü Hal, Güneydoğu’da vardı. O zaman orada ne olup bittiğine kulak kabartıp elimizden geleni yapmak konumundaydık. Geçmişte, yani 1987’den sonra Güneydoğu Anadolu’da devam eden OHAL için yapmış olduğumuz eksiklikler bugünkü OHAL’i anlamamız konusunda bize bir ders olmalıydı. Bunun içindir ki OHAL’in tüm Türkiye’de yaygınlaşmış olması ya da sonuçlarının görülmesi belki bundan ders çıkarmamız için bir neden olabilir. Çünkü Olağanüstü Hal ilan edildiği andan itibaren ilk başvuracağı baskı savunma üzerindeki baskılardır. Hep böyle olmuştur, özellikle Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerde ilk başvurdukları baskı yöntemi savunma makamı üzerindeki baskılardır. Gözaltı süreleri uzatılmıştır, avukat/sanık, avukat/şüpheli görüşmelerine kısıtlamalar getirilmiştir.

Bütün bunlara bakıldığı zaman OHAL’İN ilan gerekçesi eskiye en kısa sürede dönmek için zorunlu tedbirleri almaktır. Yani anayasada yeri olan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nde yeri olan hukuki bir kavramdır. Onun için Olağanüstü Hal denildiği zaman bir an önce eskiye dönmek için konulmuş olan hukuki sınırlandırmalarda meslek sürekli gözaltına alınır. O yüzden pek çok sıkıntılar yaşanır. Bunların yaşanmaması için örneğin Türkiye’de sadece sıkıyönetimin değil OHAL’in de bir an önce kaldırılması gerekir. Bunun için de biz avukatlar elimizden geleni yapmak zorundayız. Çünkü mesel bizim o anlamda savunduğumuz halkın adalete ulaşması, adalet ve hukuk istemesinden kaynaklanır. Temel mesele iddianın başladığı yerde savunmanın başlatılabilmesidir. Bu Olağanüstü Hal şeklinde izah edilebilir bir kavram asla değildir.

Üç tutuklu avukatın müdafiliğini yapıyorsunuz. Sözünü söyleyen herkesin tehditle karşılaştığı bir coğrafyada avukatların elinden gelen nedir ve ne yapılabilir?

Zaten bu koşullar altında ses çıkartmak önemlidir. Ama bu sesi çıkartmak için geçmiş yakın tarihe göz atmakta fayda var. Savunma mesleğine en önemli saldırılardan bir tanesi KCK’li avukatlar dosyası denilen dava dosyalarda gündeme geldi ve burada avukatlar yargılanmaya başlandı. Geçen bu sürece baktığınız zaman mesele sadece avukatlara olan saldırı, avukatlar hakkında bir ceza davası açılması meselesi olarak algılanmamalıydı. Bunun savunmayı sindirmek yönündeki bir operasyon olduğunu, bu bilinçle en azından bu tür davaların açılmamasını sağlamak için avukatların birlikte hareket etmesi gerekiyordu. Bu mücadelelerde bizim eksikliklerimiz var.

Mesele herhangi bir şekilde bir aidiyetten kaynaklanan ve o aidiyete bağlı olan bir avukatlık meselesi yapmak değildir. Doğrudan doğruya savunmayı güçlendirebilmek için aynı mesafede ve aynı noktada durmak suretiyle avukatlar hakkında açılan her ceza davasında var olmaktır. Çünkü sonuçta sanıklar herhangi bir ceza davasının sadece sanıkları ve şüphelileri değildir. Ayrıca o şüpheliler, o sanıklar o davanın yargıçları gibi savunma yaparlar. Ağırlıklı olarak bunları siyasi davalarda görürüz. Avukatların sanık olduğu bir davaya baktığınız zaman hele de bu dava siyasi bir davaysa ben asla o yargıçların, savcıların yerinde olmak istemem. Çünkü bir ceza davasında avukatların savunma mesleği üzerinden yargılanmaları, yaptıkları savunmaların yargılanması açıkça savunmaya saldırıdır.

Bu saldırının sadece ve tek bir çaresi vardır: Hukuk yoluyla siz bizim nitelendirdiğimiz kopuş savunması dediğimiz savunma argümanları ile nedenlerini ve niçinlerini yargılarsınız. O yüzden avukatların önemi sanıldığından da fazladır ve toplumda yerlerinin korunması sanıldığından da fazla önemlidir. Onun için meseleyi üç avukat beş avukat tutuklu, aman ceza davası, aman yargılanıyorlar, halbuki bunların yargılanması çok dayanaksız ya da en azından inandırıcı delillere dayanmıyor gibi düşünmemek gerekir. Yani avukatların yargılanması konusu, avukatlar hakkında bir ceza davasının açılmaması için bir demokrasiyi yaratmaktan geçer. O yüzdendir ki bunu yine yargılayanlar değil savunma makamında olan avukatlar gerçekleştirebilir. Bizim böyle bir gücümüz vardır. Biz bu gücü kullanırız ve insanların ve özellikle avukatların yargılanmayacağı bir hukuk düzenini kurarız, gerekirse de yeniden inşa ederiz. Onun için meseleyi sadece tutukluluk açısından değil ceza davası açılması, avukat yargılaması olarak değerlendirmek gerekir.

FETÖ/PDY davalarında avukatlık yapanlar aynı suçlamayla etiketleniyor. Cumhuriyet gazetesi soruşturmasında da aynı suçlama var. Tereddüt yaşıyor musunuz?

Bu tür dile düşmüş ceza davalarında avukatlık yaparsanız genellikle konumunuz o davanın cübbeli sanıkları konumuna dönüşebilir. Bu bir tehlikedir aslında. Yani sizi de o sanıkları savunmuş olmakla aynı şekilde değerlendiren bir yargının içinde olmamak gerekir ya da en azından hakkınızda böyle yargıların olmaması gerekir. Çünkü savunma mesleğinin özü hakkın aranmasıdır. Karşılaşılan baskıların ne kadar hukuka aykırı olduğunu anlatmak yine avukatın görevidir.

Meseleyi çok yönlü değerlendirdiğimiz zaman bu tür ceza davalarında avukatların çok daha fazla görevini gereği gibi yerine getirmek açısından sorumlulukları daha büyüktür. Onun için siz bu tür ceza davalarında elinizden geldiğince ve aslında öyle olması gerekir, bütün yargının hukuk içerisinde kalmasını sağlamakla mükellefsiniz. Mesele budur. Bunu eğer gerçekleştirebilirseniz o zaman devam etmekte olan baskıların azaldığını, giderek ortadan kalktığını görürsünüz. Yani kısacası hukuk ve hukuk yolu ile gerçekleştireceğiniz her doğru hukuki adım mutlaka ve mutlaka adalete açılan kapıların biraz daha geniş açılmasını sağlar.

Aynı davalarda tahliye kararı veren 25. Ağır Ceza Mahkemesi heyet olarak açığa alındı. Savcısı da dahil bir heyetin açığa alındığı şartlarda savunma hangi hukuki dayanakla hareket edebilir?

Bu olabilir ama bu ortaya çıkan bir algı sonucudur. Biz bu algılara aldırmayız. Bizim açımızdan önemli değildir. Bu bir kahramanlık ya da cesaret işi de değildir. Sadece savunma ve avukatlık işidir. Konuya da teknik olarak avukatlık olarak bakmamak gerekir. Teknik olarak ya da pozitif hukuku ama kanun öyle diyor böyle diyor diye geçiştirebileceğiniz bir hukuk olmaktan çoktan uzaklaştık.

Burada asıl önemli olan açık yüreklilikle ve cesurca tartışılmasını sağlayabilmektir. Bunu tartışma yeri mahkemelerdir. Dolayısıyla kamuoyunun ya da toplumsal olarak baktığımız zaman, topluma hakim olan düşüncelerin ötesinde bir güce ihtiyacınız var. Bu güç de avukatlarda vardır ve ancak ve ancak bu güçle sorunları çözebilirsiniz. Yoksa öteki türlü toplumsal algıya siz de mağlup olursunuz, toplumsal algıyı siz de kabul eder ve içselleştirirsiniz. O yüzden ceza davası ya da hukuk dediğiniz zaman asıl sorun hukukun nasıl işlediği ya da nasıl işleteceğinizdir. Yoksa kamuoyunun değerlendirmeleri ya da toplumsal algının değer yargıları avukatlar için geçerli değer yargıları olmamalıdır.

İnsanlar bu konuda korkuyor olabilirler. Ama korkuyu yenmenin tek çaresi cesaretli olmaktır. Dolayısıyla hukuk anlamında savunmanın önemi burada kendisini çok daha fazla belli eder. Burada en azından bu toplumsal yargılar ya da algılar üzerinden hareket eden, buna evet deyip içselleştirilmiş savunma makamına değil aksine gerçekten kendi gücüne inanan savunma makamına ihtiyaç var. Başarırsanız herkes için hukuk var demektir.

Eğer siz mağlup olursanız herkesin hukuku ayaklar altına alınır. Burada cesarete ihtiyaç var ama kahramanlara ihtiyaç yok. Burada hukuka inanmaya ihtiyaç var ama hukuku reddetmeye ya da toplumdaki algılara evet demeye ihtiyacımız yok. Daha doğrusu olmaması gerekir. Ben olanları değil olmaması gerekenleri söylüyorum. Yoksa olanlar üzerinden içselleştirdiğiniz andan itibaren çizilen sınırlar içerisinde savunma yaparsınız. Oysa bu sistemin yarattığı sorunları çizilen sınırlar içerisinde kalmak suretiyle çözemezsiniz.

Cumhuriyet gazetesi avukatlarının tutuklanmasını isteyen savcı hakkında FETÖ/PDY üyeliğinden soruşturma açılmış. Adil yargılanma hakkının Türkiye’deki vaziyeti nedir?  

Soruşturmayı yürüten savcı hakkında Ankara 16. Ceza Dairesi’nde devam eden bir ceza davası vardı. Savcı o ceza davasının sanıklarından birisiydi. Hakkında ileri sürülen suçlama ise FETÖ/PDY denilen örgüte yardım etmekten kaynaklanan ve hakkında da yanlış hatırlamıyorsam müebbet ceza istenen bir suçlama vardı. Dolayısıyla biz dedik ki savcı hakkında eğer böyle bir suçlama varsa ve bir ceza soruşturmasını yürüten savcı bu anlamda bir ceza davasında sanık olarak yargılanıyorsa herhangi bir soruşturmayı yürütemez. Yani Cumhuriyet ile ilgili soruşturmayı hiç yürütemez. Bu adalete erişimin, adaletin etkin ve sonuç alıcı olmasının ta başında yaratılan bir engeli sayılır. Dolayısıyla yargılanmakta olan bir savcı tarafından yürütülen bir soruşturma adil yargılanma hakkının ihlalidir demiştik. Problem buydu, sorun buydu. Bu sorun henüz çözülmüş değil.

Adil yargılanma hakkının dürüst yargılanma olarak nitelendirilmesi çok daha doğru bir kavramdır. Burada aranan insanların yargı teminatına güvenmesidir. Eğer siz yargı teminatının var olduğuna inancı güvensizliğe çevirirseniz bir defa daha baştan görünüm olarak dahi adil yargılanma hakkı yok demektir. Şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu durum özetle adil yargılanma hakkı yoktur.

 Yarın: Av. Hülya Gülbahar

Avukatlar Savunma Hakkı İhlallerini Anlattı – Tansu Pişkin

Av. Suat Eren ile röportaj – “Tıpış Tıpış Çıkmayacağımı Söyledim, Omuzlarında Taşıdılar”

Av. Ergin Cinmen ile röportaj – “Cezaevine Gittiğimde Avukatlıktan Ziyade Terapi Yapıyorum”

Av. Şule Recepoğlu ile röportaj – “Savunmanın Suç Olmadığını Söylememe Bile İzin Verilmedi”

Av. Barkın Timtik ile röportaj – “Hukuksuzluğa Çağrı, Kanunsuzluk Yönünde Telkin Var” (bianet)

Av. Diren Cevahir Şen ile röportaj – “Savcı İddianamede Benim İçin ‘Avukat Olduğunu İddia Eden Kişi’ Demiş” (bianet)