Türkiye’de hukuk bir süredir hukukçuların akıl erdirmekte zorlandığı bir dönüşüm yaşıyor. Akıl erdirmekte zorlanıyor, diyorum, çünkü hukukun “neye dönüştüğü”nü belirlemekte zorlanıyor ve basitçe, “hukuk kalmadı” diyoruz. Doğru, bildiğimiz hukuk kalmadı. Peki ama ortaya çıkan yeni düzen bir hukuksuzluk, yani bir kaos veya anarşi mi, yoksa ortada takip edilebilecek bir izlek, bir yönelim var mı?
Türkiye’de hukuk bir süredir hukukçuların akıl erdirmekte zorlandığı bir dönüşüm yaşıyor. Akıl erdirmekte zorlanıyor, diyorum, çünkü hukukun “neye dönüştüğü”nü belirlemekte zorlanıyor ve basitçe, “hukuk kalmadı” diyoruz. Doğru, bildiğimiz hukuk kalmadı. Peki ama ortaya çıkan yeni düzen bir hukuksuzluk, yani bir kaos veya anarşi mi, yoksa ortada takip edilebilecek bir izlek, bir yönelim var mı?
Sosyal bilimci için bir dönüşümü tespit edebilmenin çeşitli yolları vardır. Teoriler veya (bilimsel) yasalar toplumsal veya kurumsal değişimleri açıklamak, nedenlerini, dolayısıyla da muhtemel sonuçlarını tespit edebilmek çeşitli yöntemler kullanır. Türlerine, ayrıntılarına girmeden, bu teori ve yöntemler için çoğunca bir mukayeseye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyebiliriz. Farklı toplumlar, farklı kültürler, farklı kurumlar benzerlikleri ölçüsünde mukayese edilerek incelemeye çalıştığınız toplumsal olguyu anlamak ve açıklamak için kullanılır.
Buradan basit bir sonuç ortaya çıkıyor: Türkiye’deki hukuki dönüşümü açıklamak için ne Türkiye’nin ne de hukukun sınırları içinde kalma lüksünüz vardır. Zaten hukuktaki dönüşümü açıklamak, hukukun işi değildir. Sanırım biz hukukçular, hukuka ilişkin yargı oluşturmada hangi araçları kullanacağımızı bilmediğimiz için, tek söyleyebileceğimiz şey çoğunlukla “hukuk kalmadı”dan ibaret oluyor.
“Hukuk kalmadı” yargısını yapıştırıverdiğimiz dönüşümün tartışma konusu ettiğimiz bir yönü ceza hukukunun gittikçe “hukuk devleti” ilkelerinden uzaklaşması, aynı zamanda da siyaset kurumunun, daha da belirginleştirecek olursak, yürütme organının ceza hukukunun içeriğinin, usulünün ve infazının belirlenmesinde gittikçe daha çok söz sahibi olması. “Terörle mücadele” üst başlığı altında hukuk devletinin ve ceza hukukunun çok bilinen ve olmazsa olmaz kabul edilen en temel ilkelerinin her geçen gün daha çok ihmal edilebilir hâle gelmesi, sadece karar vericilerin değil yargının da, kimi zaman bağımsızlığının ihlaliyle ama kimi zaman da bile isteye, bu uzaklaşmayı pratiğe dökmesi, anayasal ilkelerin varlığına rağmen hukuk dogmatikçisinin varlık zeminini bizzat kendi eliyle ortadan kaldırmayı önermesi derken, artık elimizde nüfusun eskisine oranla çok daha fazla kesiminin şüpheli olduğu, temel hak ve özgürlüklerinin şüpheli ilan edilmekle birlikte elinden alındığı, soruşturma aşamasında masumiyet karinesinin unutulduğu, arama, gözaltı ve tutuklama uygulamalarının cezalandırma aracı görüldüğü bir ceza hukuku sistemimiz var. OHAL dönemindeki yüzbinlerce insanın maruz kaldığı ve neredeyse anlamlı hiçbir sınırının bulunmadığı soruşturma pratiklerinin yanında yüzbinlerce insanın fiilen, çok daha fazlasının potansiyel olarak sivil haklardan mahrum bırakıldığı, kişi hakkında açılmış bir soruşturmanın varlığının pek çok hakkın kullanılması bakımından suçluluğun emaresi bile değil, kanıtı olarak uygulamaya sokulduğu bir sistemde, sadece Türkiye’ye ve sadece hukuk gözlüğüyle bakan hukukçunun “hukuk kalmadı” demekten başka çaresi yok gerçekten.
Ne var ki, sözgelimi “düşman ceza hukuku” gibi bir kavrama aşina olanlar için olup bitenler üzücü olsa da, o kadar da şaşırtıcı olmayabilir. Carl Schmitt ismi ve onun “dost-düşman” ayrımı tarihte kara bir leke kalmış olsa bile, Schmittçi bakışla devleti ve hukuku “karar” ve “olağanüstü hâl” kavramları temelinde okumak gerektiğini söyleyenler de “düşman teröristler”in neden insan haklarından yararlanmadığını daha kolay anlayacaktır. Özellikle 11 Eylül sonrasında ABD’nin “terörle savaş” politikasını izleyenler ve bu politikanın uluslararası alandaki ve ulusal hukuklardaki yansımalarını bilenler de kaybedilmelere, işkence vakalarına, tek kişilik hücrelerdeki uzun tutukluluklara çok da garip bakmayacaktır. Nihayet, ekonomi ile hukuk ve siyaset arasında sıkı bir ilişki kuranlar, küresel ekonomik gidişatın hukuktaki dönüşümü zaten haber verdiğini görmüşlerdir.
Bütün bunları, NotaBene yayınlarından kısa süre önce çıkan Denizer Şanlı imzalı Düşman Ceza Hukuku’ndan aldığım ilhamla yazmaya ihtiyacı hissettim. “Düşman ceza hukuku” kavramı bir süredir Türkiye’de de hakkında yazılıp çizilen, tartışılan bir kavram. Ancak ana akım tartışmalara dahil olmadığını söyleyebiliriz. Zannediyorum pek çok hukukçu kavramın ana hatlarını bilmekle birlikte ne kavramın tarihsel gelişimini ne de kavrama içeriğini kazandıran pratik karşılığının uluslararası gelişmelerdeki yerini derli toplu bir şekilde okuma imkânı buldu. İşte Şanlı’nın bir doktora tezi olan çalışması kavrama geniş bir perspektiften derinlemesine bakma imkânı sunması itibarıyla anlam vermekte zorlandığımız güncel dönüşümü yeni bir gözle okuma fırsatı sunuyor.
Üç bölümden oluşan kitap işe kavramın tarihsel kaynakları ile güncel zeminini sunarak başlıyor. Bu çerçevede kavramı ortaya atan ve savunan teorisyenlerin dayandığı veya ilham aldığı yahut ilham aldığını reddetmekle birlikte aynı çizgide yürüdüğü aşikâr temellere iniyor. Arkasından ikinci bölümde kavramın teorik çerçevesini ve teorinin uygulamaya nasıl yansıdığını veya yansıyabileceğini anlatıyor. Üçüncü bölümde ise kavrama yönelik eleştiriler sunarak, düşman ceza hukukunun bilindik hukuk devletinden nasıl uzaklaştığını gösteriyor.
Kitapta Türkiye’deki tarihsel veya güncel gelişmelere hiç değinilmiyor. Ne var ki gündelik siyaset ve hukuk pratiğini biraz olsun takip eden herkes, Alman bir teorisyenin savlarının Türkiye’deki sahiplerini de, ABD’de çıkan bir yasanın buradaki muadilini de tespit etmekte hiç zorlanmıyor.
Ben kitabı heyecanla, belki daha doğrusu, tansiyonum yükselerek okudum. Kitabı kapattığımda hayretle karşıladığım pek çok hukuk uygulamasının artık şaşırtıcı bir yönü kalmamıştı. Fakat bunu lütfen, olup bitenleri “anlayışla” karşıladığım anlamında okumayın; bilakis, Türkiye’deki dönüşümün rastlantısal olmadığını bilmek, tehlikenin büyüklüğünün de farkına varmak anlamına geliyor. Zira anlamlandıramadığımız dönüşümleri rastlantısal görmeye eğilimliyiz ve rastlantısal dönüşümleri tersine çevirmek için ya elimizde herhangi bir araç yoktur ve böyle bir araç arayışına girmeyiz yahut tersine dönüşümün de rastlantısal olduğuna inançla kendimizi olayların gidişatına bırakıveririz. Oysa bu dönüşümün nedenine ve yönüne dair bir kanaate varabilirsek, çözüm için de alet çantamıza neleri dahil etmemiz, nasıl bir strateji izlememiz gerektiğini düşünmeye başlayabiliriz.
Eğer siz de pek çok insanın çok da makul olmayan sebeplerle uzun süredir neden tutuklu kaldığını, yüzbinlerce insanın neden kamusal hayattan dışlandığını, yürütme erkinin nasıl olup da hukuku bu kadar belirleyebildiğini, dünün ittifak ortaklarının birdenbire birbirlerini gayrı meşru ve düşman ilan edebildiğini hayretle karşılıyorsanız, Düşman Ceza Hukuku’nu okumanızı tavsiye ederim. Üstelik kitabın referansları vasıtasıyla daha ileri bir okuma yapmak için yol haritası da belirleyebilirsiniz.
Son olarak, bana çok şey katan bu kitabın yazarı Denizer Şanlı’ya ve kitabı bizimle buluşturan NotaBene yayınlarına teşekkür ediyorum.
Yazı ve yazı görseli www.ertugruluzun.com dan alınmış olup, yazı ilk olarak bu adreste yayımlanmıştır.