İş yükü oldukça fazla olan Mahkeme yetki, süre, açıkça dayanaktan yoksun olma ve başvuru yolların tüketilmiş olması kabul edilebilirlik kriterlerinin
İş yükü oldukça fazla olan Mahkeme yetki, süre, açıkça dayanaktan yoksun olma ve başvuru yolların tüketilmiş olması kabul edilebilirlik kriterlerinin yanında iş yükünü hafifletmeye yönelik olarak “anayasal önem” kriterini uygulamaya yönelik ilk kararını vermiştir
12 Eylül 2010 tarihli halkoylaması sonucunda yürürlüğe giren Kanun ile birlikte Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruları inceleme yetkisi verilmiştir.23.09.2012 tarihinden sonra kesinleşen temel hak ve özgürlük ihlalleri Anayasa Mahkemesi’ne taşınabilmektedir.
Anayasa Mahkemesi’nin internet sayfasında, 2012 yılı Eylülünden 2016 Ağustosu’na kadar yapılan başvuruların toplam sayısının 66.115 olduğu bilgisi yer almaktadır.2017 Mart ayı itibariyle bu sayının 100.000’nin üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Mahkeme önündeki yığılma Mahkeme’nin etkili olup olmadığı sorusunu gündeme getirmiştir. İş yükü oldukça fazla olan Mahkeme yetki, süre, açıkça dayanaktan yoksun olma ve başvuru yolların tüketilmiş olması kabul edilebilirlik kriterlerinin yanında iş yükünü hafifletmeye yönelik olarak “anayasal önem” kriterini uygulamaya yönelik ilk kararını vermiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara kısaca değinmek gerekirse;
- Anayasa Mahkemesi Genel Kurulunun 07.04.2017 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan kararında Mahkeme, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) tarafından 54,55 TL karar düzeltme para cezasına karar verilmesi ile bu cezanın tahsili işlemine karşı açılan davada tebligata ilişkin iddiaların incelenmemesi ve 660 TL avukatlık ücretine hükmedilmesi nedenleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkin başvuruyu, kabul edilebilirlik incelemesinde anayasal önem ve kişisel önem yönünden ele almıştır[1].
- Anılan kararda Anayasa Mahkemesi, kişisel önem yönünden yaptığı değerlendirmede somut olayda başvurucunun uğradığı maddi zararı (1.058,85 TL) ele almış, anayasal önem yönünden yaptığı değerlendirmede ise başvuru konusu hak ihlaline ilişkin Mahkeme’nin yerleşik içtihadının olup olmadığını, Mahkemece, başvurucunun ileri sürdüğü mahkemeye erişim ve adil yargılanma hakkının içeriği ve kapsamının belirlenip belirlenmediğini dikkate almıştır.
- Özetle; Anayasa Mahkemesi daha önce açıklığa kavuşturduğu, yerleşik içtihadının bulunduğu hukuki meselelerde karar vermesine yer olmadığını, anayasal öneme sahip başvuru ile kastedilenin ise, Anayasa hukukuna ilişkin sorunlar olduğunu belirtmiş ve ölçütler belirlemeye çalışmıştır.
Konunun daha iyi anlaşılması açısından kısaca bireysel başvurunu objektif ve sübjektif işlevinin ne olduğunu açıklamak yerinde olacaktır. Sübjektif işlev ile kastedilen, temel hakların korunması ve hayata geçirilmesi, adı bireysel başvuru olan hukuk yolunun bireysel adaleti tesis etmesi; objektif işlev ile kastedilen ise, anayasa hukukunun korunması, yorumlanması ve geliştirilmesidir.
Anayasa Mahkemesi Almaya, İspanya ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi uygulamaları çerçevesinde yaptığı değerlendirmede bireysel başvurunun temel prensibi olan “ikincillik ilkesinden” bahsetmiş ve “de minimisnoncuratpraetor”(hakim ehemmiyetsiz meselelerle uğraşmaz) ilkesini vurgulamıştır. Anılan ilkeler doğrultusunda Anayasa Mahkemesi, Mahkeme’nin asıl görevinin Anayasayı yorumlamak ve uygulamak olduğunun, temel hak ve özgürlüklerin korunmasının ise derece mahkemelerinin asli görevi olduğunun altını çizmiştir. Bu haliyle Mahkeme bireysel başvurunun objektif işlevini öne çıkarmıştır.
Federal Alman Anayasa Mahkemesi’nin 1990’lı yıllardan itibaren, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ise son 5 yıldır “önemsiz zarar” kriterini uygulayarak başvuru sayısını azalttıkları ve Mahkeme önündeki yığılmayı önledikleri görülmektedir[2]. Her iki Mahkeme de bu kriteri uygularken meseleyi sayfalarca tartışmış ve bireysel başvurunun hem objektif, hem de sübjektif işlevini göz önünde bulundurarak kararlar vermiştir.[3]Almanya’da 1969 yılında Anayasa’da düzenlenmesine rağmen anayasa şikayeti hak arama yolu, Federal Alman Anayasa Mahkemesi “temel anayasal önem” kriterini uygulamaya başladığında gerek doktrinde, gerekse mahkeme kararlarında “Mahkeme acaba bu yeni kriter ile başvuru sahiplerini, başvuruların öznesi olmaktan çıkarıp aracı haline mi getiriyor?” “bireysel adalet tesis edilemeyecek mi?” sorularıyla sert tartışmalara yol açmıştır[4]. Ancak 66 yıllık geçmişi olan Federal Alman Anayasa Mahkemesi her ne kadar 1994 tarihli “temel anayasal önem” kriterini tanımladığı kararında[5] temel hak ve özgürlüklere ilişkin genel prensipleri belirleme amacında olduğunu, münferit bir davanın ötesinde birden fazla ve ileride karşılaşılması muhtemel olan hukuki meseleleri aydınlatmayı gözettiğini ortaya koymuşsa da, gerek Federal Alman Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının bağlayıcılığı, idare ve derece mahkemeleri üzerindeki denetimi, gerekse toplumun neredeyse tamamını ilgilendiren hukuki meseleleri açıklığa kavuşturmuş olması bu kriterin doğru uygulanmasını sağlamıştır[6].
Kaldı ki; Federal Alman Anayasa Mahkemesi anılan kararında temel anayasal önem kriterini Mahkemece bir meselenin açıklığa kavuşturulması ile sınırlı tutmamış, Mahkemenin yerleşik içtihadına rağmen değişen zaman ve koşullar ve aynı zamanda toplumsal ihtiyaçlarla bağlantılı olarak içtihadın değişmesi gerekliliği, derece mahkemelerinin Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarını göz ardı etmesi, hukuki meselenin literatürde tartışmalı olması ve derece mahkemelerinin kararlarının kendi içerisinde çelişkili olması gibi anayasal soruna ilişkin ciddi şüphenin (Ernsthafte Zweifel) bulunduğu durumlarda, başvuru hakkında anayasal öneme sahip olmadığı gerekçesiyle kabul edilemezlik kararı verilemeyeceğinin altını çizmiştir. Federal Alman Anayasa Mahkemesi, bireysel başvurunun objektif işlevini uygularken de sadece hukuki bir meseleye ilişkin yerleşik içtihadının bulunmasını kriter olarak almamış, bunun istisnalarını da ortaya koymuştur. Bu durum Federal Alman Anayasa Mahkemesi kararlarının idareler ve derece mahkemeleri üzerindeki eğitici ve önleyici etkisinin ve aynı zamanda otoritesinin doğal bir sonucudur.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise bu kriteri uygularken temel prensipleri belirlemiş ve ilkenin hakkaniyete uygun olması için “insan haklarına saygı ilkesi”– ve “ulusal bir makam tarafından gereği gibi incelenmemiş başvurular hakkında kabul edilemezlik kararı verilemez” ışığında temel çerçeveyi çizmiştir.
Anayasa Mahkemesi K.V kararında, bireysel başvurunun objektif işlevini önde tutmuştur. Oysa adı bireysel başvuru olan kanun yolundan, bireysel adaleti de tesis etmesini beklemek (bireysel başvurunun sübjektif yönü)yanlış olmayacaktır.
Türkiye’de ilk kez uygulanan anayasal önem kriterinin Mahkeme’ye geniş bir takdir yetkisi verdiği açıktır. Zira Mahkeme “anayasal önem” kriterini tanımlamamış ve başvurucu açısından önemli zararın ne olduğuna ilişkin ölçütleri belirlememiştir. Başvurucunun uğradığı zararın önemsiz olup olmadığının tespitinde başvurucunun hem maddi, hem de manevi açıdan uğradığı zararın başvuru sahibi üzerindeki ağırlığı ve öneminin belirlenmesi gerekmektedir. İlk etapta, müddeabihin değeri ölçüt alınmak suretiyle idari para cezalarına uygulanması muhtemel olan anayasal ve bireysel önem kriterinde göz önünde bulundurulması gereken bir diğer husus ise, maddi olarak küçük olsa dahi zararın başvuru sahibi açısından önem arz etmesi durumunda, Mahkeme’nin kabul edilemezlik kararı vermemesi gerektiğidir.
Bu doğrultuda Mahkeme’nin, somut olayı bireysel başvuru özelinde inceleyip karar vermesi, başvuru sahibinin hak kaybına uğramaması açısından önem arz etmektedir.
Aynı şekilde başvurucunun uğradığı zarar önemli olmasa da, başvuru anayasal öneme sahipse kabul edilemezlik kararı verilemeyecektir. Dolayısıyla anayasal önem ve önemli zarar koşullarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesi önündeki yığılmayı önlemeye yönelik olan bu uygulama hak arama yolu önünde bir engel değil, doğru uygulandığında başarı şansı yüksek başvuruların esastan incelenmek üzere kapsamlı şekilde ele alınmalarını amaçlamaktadır. Zira sürecin devam etmesi başvurunun kabul edilmesi anlamına da gelmektedir. Nitekim, anayasal öneme sahip bir başvuru hakkında kabul edilemezlik kararı (diğer kabul edilebilirlik koşullarını sağladığı sürece) verilebileceği düşünülemediği gibi, kabul edilemez bulunan bir başvurunun anayasal öneme sahip olması da mümkün olamaz[7].
Sonuç olarak; Mahkeme’nin kararları ile somutlaşacak olan “anayasal önem” kriteri henüz oldukça soyut olmakla birlikte, sadece yargı kararlarının olması hukuk devletinde yeterli olmayıp kurumlara ihtiyaç duyulmaktadır. Zira Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik içtihatlarının bulunduğu hukuki meselelerde karar vermesine yer olmadığı kabul edildiğinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarını gözetecek ve uygulayacak idare ve mahkemelerin bulunması gerekmektedir. Bu durumun beraberinde ‘denetleme’ sorununu getireceği de aşikardır.
Av. Revşan Deniz Yıldırım Çobanoğlu (Ankara Barosu)
Bu yazı ebultenler.barobirlik.org.tr adresinden yazarın izni dahilinde alınmıştır. Yazının e-bülten haline ulaşmak için tıklayınız.
Anayasa Mahkemesi’nin K.V. Başvurusu, B.No:2014/2293, 1.12.2016 sayılı
kararın tam metnini indirmek için tıklayınız.
[1] K.V. Başvurusu, B.No:2014/2293,1.12.2016.
[2] 1 Haziran 2010 tarihinde yürürlüğe giren 14 No.lu Protokolün 20. maddesiyle Sözleşme’nin 35. maddesine” önemsiz zarar” bir kabul edilmezlik kriteri olarak eklenmiş, 2012 yılından beri uygulanmaktadır.
[3] Prof. Dr. Rudolf Mellinghof, “Federal Almanya Cumhuriyeti’nde Anayasa Şikayeti”, Anayasa Yargısı 26, 2009, s. 33.
[4] Ece Göztepe, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No:530,AÜHF. Döner Sermaye Yayınları No:45,Anayasa Şikayeti, 1998, s. 113
[5] 1BvR 1693/92,BVerfGE 90,22 ff.,8.2.1994.
[6] Ece Göztepe,” Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru Hakkının (Anayasa Şikayeti) 6216 Sayılı Kanun Kapsamında Değerlendirilmesi”, TBB Dergisi 2011(95),s.17
[7] Prof.Dr. Andreas L. Paulus, “Federal Alman Anayasa Mahkemesi Yasası’nın 93A Maddesinde Düzenlenen Kabul Usulü ve ‘Temel Anayasal Önem Kavramı’ ”, Anayasa Yargısı 30, 2013, s.140.