Demem o ki, lütfen biri başbakana söylesin. İşler yolunda, o kadim anlaşma hala yürürlükte, baksanıza sarayın önü de sakin gibi şu günlerde. Bindiği d
Demem o ki, lütfen biri başbakana söylesin. İşler yolunda, o kadim anlaşma hala yürürlükte, baksanıza sarayın önü de sakin gibi şu günlerde. Bindiği dalı kesmesin…
Devletin yürütme, yasama ve yargı organlarının birbirinden ayrılmasını ve -sözde- demokratik toplum düzeni için vazgeçilmez bir denge oluşturmasını ifade eden “kuvvetler ayrılığı ilkesi”ne dair bütün o kuramsal yaklaşımları boşverin siz.
Ben işin doğrusunu anlatayım size.
Kralın biri, sarayında otururken ve lüks içinde huzur dolu günler yaşarken; ülke halkı yoksul, sefil, açlıktan kırılıyormuş.
Gün gelmiş halk, bu iş böyle gitmez deyip, toplanmış saraya yürümüşler; sarayın önünde bağırıp çağırmaya başlamışlar “ekmek, adalet, eşitlik” falan diye.
Bir gün, iki gün, üç gün böyle sürmüş bu durum.
Tabi kralın huzuru kalmamış, saray önündeki kalabalığın sesinden, gürültüsünden bunalmış iyice.
Ne yapsak etsek diye düşünürken, son derece kurnaz bir dalkavuk, parlak bir fikir ortaya atıvermiş.
Sarayın ötesine, tabi biraz uzağa, bir başka bina yapalım, adına “mahkeme” diyelim, “yargıç” diye görevliler atayalım; böylece derdi olan, hakkını talep eden oraya gitsin, dava açsın, orada söz kelam eylesin demiş.
Böylece en azından sarayda biz rahat oluruz.
İşe de yaramış bu fikir ve halk, akın akın mahkemeye gitmeye başlamış.
Gün gelmiş, tabi halkın derdi çok, daha çok yargıç atanmış, daha çok mahkeme açmışlar, bunları bir araya getirip “adliye” demişler.
Halk, adli bürokrasi içinde boğuşup dururken, kralın sarayı eski sakin ve huzurlu günlerine kavuşmuş.
Derler ki “avukatlar” da, düne kadar çarşı pazarda halkı eğlendirip geçinip giderken, mahkemeler ve yargıçlarla rekabet edemeyip işsiz kalan bir avuç hokkabazdır. Ancak nihayetinde bu yeni durumdan da para kazanmanın bir yolunu bulmuşlardır.
İşte bu yüzden krallar, eğer daha da geneller ve güncellersek “siyasi iktidar”ın sahipleri; mahkemeleri, yargıçları ve -tabi arada bir tekrar saray önüne gitmeyi önermedikleri müddetçe- avukatları çok ama çok severler.
Çünkü işin doğasında var bu.
Eğer bir kral, bir diktatör ya da başbakan falan, ola ki “yargı erki”ne yani mahkemelere, yargıçlara sataşmaya başlarsa, bu son derece tuhaf bir durumdur.
Peki o zaman, Türkiye’de şimdilerde olup bitenler neyin nesidir ?
Neden başbakan ve onun takipçileri, hep bir ağızdan mahkemelere ve yargıçlara saldırmakta, son derece ağır ithamlarda bulunmaktadır?
Bugün -iş bu yazıyı yazmaya başladığım anın bir iki dakika öncesi- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıktığı rivayet olunan sözleri okudum haber sitelerinde; Twitter, HSYK ve BTK hakkında verdiği kararlardan dolayı Anayasa Mahkemesi’ne çatıyor, “işine baksın”, “sınırlarını bilsin” falan diyor.
Başbakanın bu sözlerine karşılık, hukukçuların tepkilerine de yer veriyor haber siteleri; birçok değerli hukuk insanı ve saygın hukuk kurumu, telaş ve heyecanla demokrasiden, hukuk devletinden, kuvvetler ayrılığından söz edip, ayıplıyor başbakanı.
Ama ben iki açıdan haklı buluyorum Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı.
Birincisi; yukarıda anlattığım hikayeye dönersek, yıllar yıllar önce o kralın yaptığını hatırlıyor belli ki; yargıçlar ve mahkemeler “işine baksın”, “sınırlarını bilsin” derken.
Yani “ben, daha doğrusu benim selefim, sizi niye var etti, sakın unutmayın!” diyor. Daha da açık konuşalım, “halk sokağa dökülmesin, benim sarayımın önüne -ya da Taksim’e Gezi’ye falan- gelmesin, gürültü yapmasın, huzurumu bozmasın diye varsınız siz” diyor adam.
Haklı mı? Bence haklı.
Yıllar yıllar öncesinde, “kral” ile “yargıçlar” arasında yapılmış o kadim anlaşmayı hatırlatıyor sadece.
İkincisi; konuşan herhangi bir kral, diktatör ya da başbakan değil ki, Recep Tayyip Erdoğan! Kitaplarda gazetelerde okuyup, başka memleketlerin siyasi aktörlerinde görüp özendiğiniz bir siyasi nezaket ya da incelik beklememek gerek kendisinden. Daha alışamadınız mı üslubuna ?
Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır. Bu deyimin farklı kelimelerle ancak aynı anlamda bir başka söyleniş biçimi daha var ve bence duruma daha uygun ama; doğrusu ne terbiye ne de malum baskı ortamı müsaade ediyor buna.
Siz -ve hatta itiraf etmeliyim ki bazen ben de- sanıyorsunuz ki; demokrasimiz kan kaybetmekte, demokrasinin temel yapı taşı olan “kuvvetler ayrılığı ilkesi” açıkça çiğnenmektedir. “Yürütme erki” yani “siyasi iktidar”; demokrasinin, hukuk devletinin, hak ve özgürlüklerin teminatı olan, yeri geldiğinde siyasi iktidara karşı bireyi ve toplumu koruması ve kollaması beklenen “yargı erki”ne, son derece haksız ve ağır biçimde hücum etmekte; onu güçsüz kılıp, etkisizleştirmek, hatta kendi güdümüne almayı istemektedir.
“Güç bende artık!” diye bağıran çocukluk dönemimizin o meşhur çizgi film kahramanı -yeni nesil için bilgi; adı “He-man” idi- gibi, gücün ve iktidarın tek ve mutlak sahibi olmak istiyor!
Demokrasiyi ve özgürlükleri yok sayıyor!
Eyvah, yandık! Falan filan …
Aslında, görüldüğü üzere ihanete uğramış olan bu zavallı siyasi iktidarcığın tek derdi, sarayın içine kadar gelen gürültüyü susturmak, eski huzurlu günlerine yeniden kavuşmaktır. Yargıçlar ve mahkemelerin sesi, belli ki bu gürültünün bir başka kaynağı şimdi.
Haklı mı? Haklı, hem de sonuna kadar haklı.
Ancak, yine de söylemek zorundayız, bence yanlış yaptığı bir şey de var Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın. Belki bir öngörüsüzlük, belki yersiz bir telaş, belki çocukça bir sabırsızlık, adına ne derseniz artık.
Belki de yargıçlar ve mahkemeler, tam da yıllar yıllar önce kralın kendilerine söylediği şeyi yapıyorlardır hala, kim bilir?
Halkı, sarayın önünden uzak tutmak için, yani mahsusçuktan, sanki onları kral yaratmamış da, yeryüzüne “adalet” diye bir şeyi getirmek adına bir gün aniden gökten inivermişler gibi, gerçekte her biri tanrıça Themis’in kutsal çocukları imişler gibi, arada bir siyasi iktidara kızar gibi yapsalar hani, iyi olmaz mı?
Memlekette gencecik insanlar sokak ortasında birer birer vuruldu, çocuklar ve gençler gözlerimizin önünde öldürüldü, elinde döviz pankart taşıyan da öldürüldü, hatta bakkala ekmek almaya giden çocuk da öldürüldü, birçoğu ise yaralandı, kolu bacağı kırıldı, kafatası parçalandı ve beyin sıvısı kaldırımlara aktı -ben böyle bir kaldırımın başında bekledim iki saat kadar, olay yeri inceleme ekipleri gelecek de delil toplayacak, sonra da savcı sorumlar hakkında dava açacak diye-, vurulanların birçoğu da gözünü yitirdi, bir gözünün yerinde gaz fişeğinin açtığı oyukla dolaşan insanlar var artık bu memlekette, her iki insandan biri neredeyse iki ay boyunca işine gücüne gidip gelirken polis gazı soludu, memleket polis gazının bağımlısı oldu; peki karşılığında ne oldu?
Evlerin yatak odalarında ayakkabı kutularında milyonlar bulundu -hiç de hijyenik değildi bu durum üstelik, yatak odası orası, salona koysalar ne olurdu ki o paraları ?-, kasetler, dinleme kayıtları ortalığa saçıldı, ihalelere fesat karıştıranlar mı dersin, rüşvet alıp verenler mi dersin, oğluna evdeki paraları kaçırmasını sabırla anlatmaya çalışan babanın çaresizliği mi dersin, komplolarla memleketi savaşa sokmak isteyenler mi dersin, güler misin, ağlar mısın?
Peki ne yaptı savcılar, yargıçlar, mahkemeler?
Kaç dava açıldı sorumlu polisler, emri veren amirler, valiler, müsteşarlar, bakanlar hakkında? Kaç dava açıldı çalıp soyanlar, en azından görevini -çok ama çok- kötüye kullanan bürokratlar, saf oğullar ve sabırlı babalar hakkında? Kaçı ceza aldı, kaçı cezaevinde?
Kaç tane yüreği yanan anne baba, öldürülen çocuğunun fotoğrafına sarılırken adliyenin bahçesinde, “yaşasın adalet” diye bağırabildi? Çocuğu -henüz- öldürülmemiş kaç anne baba, kendini yurttaş gibi hissedip de, her şeye rağmen eşine geleceğe umut ve güvenle baktığını söyleyebildi?
Ben duymadım, siz duydunuz mu?
Benim duyduğum, meydana topladığı kalabalığa, 15 yaşında yaşamını yitiren bir çocuğun annesine “yuh” çektiren siyasetçinin höykürmesi idi. Benim duyduğum, çocuğun mezarına konan misketlerden başka anlam çıkaran tarifsiz zekanın seçtiği özensiz sözcüklerin o kalabalıklar tarafından deli gibi alkışlanması idi. Benim duyduğum, bizi şempanzelerden ayıran neyse artık, onun içimizden kayıp yere düşünce “çat” diye kırılıvermesinin sesi idi ve şempanzeler de, bizimle aynı gezegende yaşamanın utancı ile o an çığlıklar atmaya başlamıştı.
Duydum ve sağır olasım geldi.
Bu arada, “şempanze”nin “şempaze” diye yazılmayıp, “şempaNze” diye yazıldığını; hemencecik internete girip, henüz yasaklanmamışken Vikipedi’den bakabilirsiniz.
Demem o ki, lütfen biri başbakana söylesin.
İşler yolunda, o kadim anlaşma hala yürürlükte, baksanıza sarayın önü de sakin gibi şu günlerde.
Bindiği dalı kesmesin, çok şey borçlu olduğu o yargıçlara ve mahkemelere haksızlık etmesin.
Bizim de durduk yere kafamızı karıştırmasın.
Ama belki de tam da bunu yapma amacındadır, kim bilir?
Ola ki sarayın önüne doluşuveririz yine, eğer ki o yargıçlar ve mahkemeler dahi biraz olsun güven ve umut vermezse bize. En azından kendimizi, adliye koridorlarında ve mahkeme kararlarında, bir an için; eşit, özgür ve haklara sahip yurttaşlar olarak hissetmez isek.
Ne de olsa hokkabazlar tetikte, aman dikkat!
Onlar ki, çarşı pazarda yoksul halkı eğlendirirler ve böylece kendileri de geçinip giderlerdi. Sonra kral, o mahkemeleri kurdu ve onlar işsiz kaldılar.
Hiç de sevmediler yeni mesleklerini, üzerlerine giydikleri o cübbeyi de.
Biliyorum, çünkü ben de onlardan biriyim.
Bana inanmıyorsanız eğer, size bir hokkabazlık yapmamı ister misiniz?
Tam sekiz topu yere düşürmeden çevirir ya da amuda kalkıp ellerimin üzerinde hızlıca koşabilirim.
Ağzımdan ateşler, kulaklarımdan renkli kumaşlar ve şapkamdan tavşanlar çıkarırım.
Kralın ve dalkavuklarının taklidini yapar, sizi gülmekten kırıp geçiririm.
Hala mı inanmadınız?
1 Mayıs’ta, Taksim’de, gelin de görün o zaman!
Av. Ender BÜYÜKÇULHA
Bu yazı, 14.04.2014 tarihinde Sendika.org sitesinde yayımlanmış ve oradan alınmıştır.