İktidar, 12 Eylül'ün Batılılara teklifini tekrar ediyor: Ekonomik çıkarlarınızı güvenceye alalım, siyasi çıkarlarımızı güvenceye alın. Kârlarınıza karşılık sürekli iktidar
İnsan hakları aktivistlerini “ajan” gören ideolojiler yaygındır. Fakat o aktivistlerin faaliyetlerinden vaktiyle çok yararlanan, o faaliyetleri öven iktidarın o alanı kapatmaya yönelmesi ne anlama gelir? Konu hukuk değil siyaset. İktidar, 12 Eylül’ün Batılılara teklifini tekrar ediyor: Ekonomik çıkarlarınızı güvenceye alalım, siyasi çıkarlarımızı güvenceye alın. Kârlarınıza karşılık sürekli iktidar
İnsan hakları aktivistleri hangi “terör örgütü”nden tutuklandı? Bilmiyoruz. Ne fark eder? Yeni Türkiye, bir parti devleti niteliğine bürünüyor giderek. Bu da yurttaşları “iktidar partisinden olanlar” ve “olmayanlar” diye ayırmaya dayalı bir stratejiyle yürüyor: İktidardan olmayanlar, terör partisindendir. Bitti.
Partizanlığın ulaşacağı uçlardan birinin içinden geçiyoruz. Esasen FETÖ adı verilen yapı da özellikli (bürokrasinin sadece alnı secdeye değmişlerden oluşturulması) bir partizan anlayış nedeniyle devlette güçlenmişti.
“İnsan hakları” kavramının 12 Eylül sonrası dönüşümlerde oynadığı role geçmeden, tek tipin gündeme getirildiği konuşmanın öğelerini hatırlamak yararlı: “Bizim arkamızda da binlerce yıllık devlet geleneğimiz var. (…) Bizim arkamızda 1400 yıllık bir medeniyet birikimi var.”
Biliyoruz: Türk-İslam sentezi. 12 Eylül ideolojisi. Eşittir Guantanamo? Masal girizgâhı gibi, az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, bir de baktık ki arpa boyu yol gitmişiz.
Sentez malum, çok “yerli ve milli”dir de: Soğuk Savaş yıllarında Atlantik ittifakının, yani NATO’nun tesviyesinden çıkma anti komünist İslamcılık (Hira Dağı kadar Müslüman) ve aynı tornanın yapışık ikiz mamulü (Tanrı Dağı kadar Türk) milliyetçilikle harmanlanması. “Kenan paşa ölmedi, yaşıyor, savaşıyor” diyesi geliyor insanın.
12 Eylül ve insan hakları
Artık “insan hakları” öyküsüne dönebiliriz: 12 Eylül günlerindeki toplama merkezlerinin, karakolların, kışlaların ve cezaevlerinin kapılarında bir nüfus toplanıyordu. Medyada görünmeseler de vardılar: İçeride tutulanların yakınları.
Akraba ve yoldaşlarının akıbetini merak ediyor, cuntanın kastettiği kaderlerini değiştirmeye çalışıyorlardı. “Hak” kavramı öldürülmüş, üstüne “huzur güven ortamı” manşetli kararname serilmişti. Sadece zindanlar değil, mahkemeler de “taş duvar, kör pencere” ile tezyin edilmişti. Bu “yakınlar”, uzun süre görünmez kaldılar. Belki ilk olarak 1982’de Taksim Meydanı’nda 15 kişilik bir grup “haber” oldu. İşkenceyi duyurmaya çalışıyorlardı. Tutuklu (kullandıkları ve hiç de haksız olmayan ifadeleriyle tutsak) aileleri olarak bir dayanışma ağı oluşturmuşlardı. Cunta iktidarı sivillere devrettikten bir yıl sonra, 1984’te tek tip meselesi patladı. Metris’te kalan, Devrimci Sol ve TİKB örgütlerinden yargılananlar açlık grevi başlattı. Dört kişi yaşamını yitirdi.
3 Eylül 1986’da resmen kurulan TAYAD, Metris’teki açlık greviyle iyice duyulur-görülür hale gelmişti. Elbette medyaya göre onlar da içerdekiler gibi “anarşist”ti; huzur ve güven için yapılan işleri beğenmeyen herkes gibi. Kenan Evren Türkiyesi de Tayyip Erdoğan Türkiyesi gibi Bush Türkiyesiydi: “Ya bizdensin ya onlardan.” “Hak” kavramını kullanmak için önce devletin ilan ettiği haksızlıklara boyun eğmek gerekir bu Türkiye’de. Yurttaş, önce “özde yurttaş” olduğunu kanıtlamalıdır: Nürnberg yasaları…
İki dernek, bir mahkeme
TAYAD’ın resmi kuruluşundan iki hafta kadar gün önce, “insan hakları” kavramı kaçınılmaz biçimde medyatikleşti. Çünkü bu kez çoğu ünlü hukukçu, hekim, mühendis ve yazarlardan oluşan 98 kişi İnsan Hakları Derneği’ni kurdu; 17 Temmuz 1986’da. TAYAD’dan farklı olarak dernekte “tutuklu hükümlü yakını” olmayanlar ciddi bir sayıya tekabül ediyordu. Hak mücadelesi, mağdur kümelerin dışına doğru genişliyordu.
Türkiye bir yıl sonra 1987’de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kabul etmekle, “insan haklarına saygı” konusunda adım atıyordu. (Elbette bu adım hak mücadelesi verenlerin işlerini hiç kolaylaştırmadı.) Bugün “ajan, casus, terör” denilerek derdest edilen aktivistlerin de yetiştiği iki yönlü bir gelişim resmen başladı. “İnsan hakları” kavramını, liberal Avrupa kavram ve kurumları çerçevesinde demokrasi oluşumu için meşru alan olarak görenlerin arasına artık “devlet” de katılmıştı.
Bugün hedefteki insan hakları aktivistleri, bugünün iktidarının bir zamanlar büyük başarı diye sattığı AB tam üyelik müzakerecisi olma sürecinde “başarı” denilen ne varsa onu sağlama konusunda harcanan can ve emeklerin açtığı alan içinde çalıştı. Bugünkü iktidar bu mücadelelerden çok yararlandı. Bu çalışmalar BM ve AB protokolleri korumasında. Devlet bu koruma yükümlülüğünü kabul etmiş durumda. Şimdi niye “ajan” oldular?
“Emperyalizm ajanları”
İnsan hakları aktivistlerinin “Batı emperyalizminin ajanları” olduğu fikri, Türkiye’de kendisini milliyetçi, İslamcı ya da hatta sol-sosyalist olarak tanımlayan kimi kişi ve gruplar içinde yaygındır. Bu ideolojiler, Batı yönetici güçlerinin “insan hakları” ve “demokrasi” kavramlarını Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de olduğu gibi kendi emperyal hedeflerine ulaşmak için elma şekeri olarak kullandıkları gözlemini, “insan hakları” ve “demokrasi” kavramlarının küllen reddi ve o alanda çalışanların dışlanması için yeterli görür. Elbette karşı ucu da var: Batılı yöneticiler için de “Batılı olmayan” yerlerde insan hakları ve demokrasi, kendi çıkarlarının yol haritalarına göre öne çıkarılır ya da göz ardı edilir. Misal, 12 Eylül.
İdeolojisi, kadroları ve uygulamalarıyla 12 Eylül, Avrupa ve NATO cenahında hiç de “hedef” alınmamıştı esasen; ekonomik çıkarlarına halel gelmiyordu ya niye ses etsinler? 24 Ocak (neo-liberalizme uyum süreci) tıkır tıkır işliyordu. Mc Donalds, 1986’da (artık olmayan Yugoslavya ve sıkıntıdan sıkıntıya koşmasıyla ünlü Arjantin’le aynı yıl) açılışını yapmıştı. Ne izdihamdı ama!
Meydan okuma değil teklif
Şimdi “Yeni Türkiye”nin yönetici kadroları, AB/NATO hattında bir teklifte bulunuyor aslında: İnsan hakları alanına yönelik takibatlar, idam ve tek tip ile birlikte, bu teklifin içeriğini netleştiriyor. Takibatın, 7 Temmuz’da Almanya’da yapılacak ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katılacağı G20 zirvesinden iki gün önce başlatılması boşuna değil.
“Daha önce (12 Eylül’de) kabullenmiştiniz, şimdi de kabullenin, biz (DTO emirleri ve Maastricht kriterleri de denilen) ekonomik politikalarda sizlere güçlük çıkarmayız, generallerin 24 Ocak kararlarına sadık kaldığı gibi. Özetle, Mc Donalds kapanmaz. Mercedes, Vosvagen uçar gider. Fakat (Kopenhag kriterleri de denilen) hak hukuk meselelerinde aynı gemide olmayız; dağ gibi duracağız orada, Tanrı ve Hira (pardon, önce Hira) dağları gibi. Çünkü demokrasi, iktidarımızın değişmesi demek. 7 Haziran seçimleri gibi. (Merkel o zaman niye koşa koşa gelmişti sahi?)
Hasılı, Türkiye son hamlesiyle, 1987’de (İHAM’a bireysel başvuru hakkını kabul ederek) görünür biçimde girdiği yoldan tamamen çıkmaya dayalı bir pazarlık yürütüyor. Aktivistlere açılan davaların (Orhan Gazi Ertekin’in deyimiyle) “milli yargı” döneminin tüm erdemlerini taşıması, yani sıfır hukuk, maksimum siyasetle yürümesi boşuna değil. İHAM’ın son üç yıldır bu iktidarın uygulamalarına kafasını çevirmesi de boşuna değil.
AB şekeri kullanılarak yürünen yolun sonunda elde edilen iktidar, Batılıların ağız tadını kaçırmayacak şekilde devam edecekse, “insan hakları” filan araya girmesin, diyor Türkiye. Batı’nın tekniğini (maksimum sömürü, maksimum eşitsizlik) alıyoruz, hukukunu almıyoruz. Böyle daha iyi dönüyor çark. 12 Eylül’de oldu, bir daha niye olmasın?
Notlar
Bu bir devam yazısıdır. Birinci ve ikinci yazılar için tıklayınız…
Açlık grevleri ve ölüm oruçları hakkında daha fazlası için…
*
Türkiye’nin, “insan hakları” aktivistlerini korumaya yönelik devletler arası yükümlülüklerinin özeti için Şenal Sarıhan’ın ve Hüsnü Öndül’ün yazılarına bakılabilir.
*
İnsan hakları örgütleri temsilcilerinin kendi anlatımları için…
*
“İnsan hakları” kavramının bu özel bağlamında başlangıca yerleştirdiğim iki farklı mücadele biçiminin kesiştiği yerde Didar Şensoy cinayeti var. Metris’in önündeki uzun alanda MLSPB davasından Hasan Şensoy’un ablası olarak ünlenen Didar Şensoy, İHD’nin de kurucularındandı. Tüm örgüt ve hareketlerin “Didar Abla”sıydı. 1987’de cezaevlerindeki baskılara karşı TBMM’ye dilekçe vermek için yapılan yürüyüşün sonunda, Meclis’in önünde polisin orantısız güç kullandığı sırada yaşamını yitirdi. 1 Eylül Dünya Barış Günü idi.
*
Pratikte, TAYAD’da en güçlü ve tipik örneğini bulan siyasal mücadele yapıları devlet nezdinde hiçbir zaman “meşru” görülmedi. Buna karşılık siyasal mücadele ve devrimci ya da başka türden hedefleri paranteze alıp salt “insan hakları” kavramı ekseninde yol yürüme eğilimindeki İHD, genel başkanının “akil adamlar” arasına girebileceği meşruiyeti devlet nezdinde (zaman zaman da olsa) sağlayabildi. Elbette 1990’larda İHD Genel Başkanı Akın Birdal’ın kurşunlanması, bir kongrede Kürtçe konuşan Vedat Aydın’ın kaçırılıp katledilmesi, bu “meşruiyet”in nasıl zorlu bir mücadeleyle mümkün olduğunu anlatır. İHD dahil bugün hedef olan örgütlerin, bugün iktidardaki heyetin hakları vaktiyle her ihlal edildiğinde ses çıkarmış olduklarını hatırlatmak anlamlı mı?
*
TAYAD ve İHD’yi elbette karşı karşıya koyuyor değilim fakat “insan hakları” kavramı, devrimci Marksist/Leninist gelenekler için özel bir tartışma konusudur. Kavramın liberal, “burjuva hukuku”nun ve siyasetinin metinlerindeki anlamı bu gelenek tarafından reddedilir. Fakat bu gelenek geniş planda “hümanist” perspektifi (eleştirerek de olsa) kabul ettiği için “insanlık” teriminden sakınmaz. Buradaki fark, Türkiye’de tek tipe ya da işkenceye karşı hukuki mücadelelerde, pratik olmasa bile, retorik açıdan izlenebilir: 12 Eylül sonrası cezaevindeki Devrimci Solculara yakın ailelerin öne çıktığı TAYAD “insan hakları” kavramına mesafeli dururken, DS dahil çeşitli devrimci örgütlerin yakınlarının yanı sıra çok farklı politik anlayışlara sahip kişiler tarafından kurulan İHD, kavramı adında taşır.
Biri yürürlükteki hukuku köklü biçimde değiştirmek isteyen siyasi dayanışma örgütlenmesi, diğeri yürürlükteki hukuku kabullenen ama insan hakları perspektifiyle düzeltilmesini talep eden örgütlenmedir. Üç yazıda da kullanılan “insan hakları” örgütlerinden kasıt daha çok, kavramı ve onun hukuki/siyasi çerçevesini birlikte benimseyen örgütler olmuştur. Bununla beraber, burjuva hukukunu reddeden kişi ve yapıların mücadelelerinin hukuk dışı olduğunu düşünmek, hukuku sadece onu tanıyanlar arasında geçerli, biatla işleyebilen zayıf çünkü dışlayıcı bir sözleşme formatına çevirir.
*
“Partizan”lıktan kastım bir yanıyla Fransızların devlette kadrolaşmaya yönelik kullanımı, diğer yanıyla Carl Schmitt’in kullanımıdır. Schmitt, “Partizan”da daha 1932’de “yeni” dediği savaş fenomenine Lenin ve Mao’yu örnek gösterir. Ona göre bu iki isim “gelmekte olan gerçeği” anlamışlardır. Fakat Schmitt Lenin’in tanımladığı evrensellik iddiasındaki devrimci tipi “tehlikeli ve kabul edilemez” bulurken, Maocu bakışı, “toprağa bağlı”, yani yerel (ve anti-sömürge savaşçısı) olduğu için makbul bulur. Schmitt, klasik savaş hukukunun koruduğu kişilerin tanınamaz hale gelişine ilişkin sorunun büyümesinde “soğuk savaş” tekniklerinin payını da zikreder.