Yazı ya da tura: Lokumcu için adalet

Yazı ya da tura: Lokumcu için adalet

Haktan Özkan Türkiye'de adalet arayışı ve Metin Lokumcu davası üzerine yazdı

Ancak burada Camus’un Sisifos Söyleni’nde ifade ettiği üzere bir lanetlenme ya da cezalandırılma halinden ziyade durumumuzun itiraz ve başkaldırıda somutlaştığını belirtmek gerek. Böylece bu belirtme ile beraber şansların ya da küçük ihtimallerin peşinden değil, itiraz ettiğimiz sistemi mahkum etme arzusunun peşinden koştuğumuzu biliyoruz 

“Bir dava hakkında hüküm vermek durumunda olan bir yargıç, uygulanması mümkün olan bütün kanun metinlerini sayıp döktükten, Latince yazılmış tam yirmi sayfalık hukuki gerekçeyi okuduktan sonra davacı ve davalıya şöyle bir teklifte bulunmuş: ‘İsterseniz yazı-tura atın. Yazı gelirse davacı, tura gelirse davalı kazanmış olsun.”
François Rabelais, Le Tiers Livre- Faruk Turinay Hukuk Komedyası 

Hukuka şu veya bu şekilde inanan; daha doğrusu adalete olan itikadını henüz yitirmemiş tüm meslektaşlarımız ile beraber, tüm yurttaşlar hep bir ağızdan itiraz edip hakimi taşa tutarlardı herhalde yukarıdaki teklif karşısında. 

Nitekim adalet gibi temel ve toplumsal bir ihtiyaç doğrultusunda, asırlar boyu yazılı yahut yazılı olmayan binlerce kural ve kaide geliştirmiş, bu kural ve kaidelerin güvencesi için kan dökmüş bir uygarlığın temsilcileri olarak, bunca çabaya rağmen neticenin madeni bir paranın havada salınımı sonucunda çıkaracağı olasılıklar tarafından belirlenmesi hepimizin canını yakardı. 

Fakat bir an için bu pek de kadirşinas olmayan yargıcın kolaycı önerisinin bir norm haline geliverdiğini düşünelim. 

Birçok avukatın işsiz kalacağı, dosyaların daha hızlı karara bağlanacağı, mevzuatın büyük bir kısmının (hadi bir kısım usul ilkelerini hariç tutalım) norm atığına dönüşeceği, hatta kimi meslektaşlarımızın artık, olasılıklar üzerine deneysel çalışmalar yapacağı ihtimallerini bir kenara bırakırsak, adalet ihtiyacının karşılanıp karşılanmayacağını tartışmak gerekirdi. 

Tabii ki tartışmak gerekirdi çünkü; daha önceleri normatif gerçeklerde kümeleşen adalet arayışı artık madeni bir paranın mevzuata kıyasla hiç de determinist*  olmayan hareketlerinde kümelenecekti. Durum elbette yurttaşların birbirleri ile olan uyuşmazlıkları bakımından hiç de iç açıcı olmazdı. 

Ancak iş toplumsal adalet arayışına ve toplumsal/siyasal davalara vardığında şu an içinde bulunduğumuz kadar karamsar bir vaziyette olmayacağımız su götürmez. 

Özellikle Türkiye yargı pratiğini göz önünde bulundurursak, hak arama süreçlerinin lehe neticelenme ihtimali, uluslararası sözleşmeler, Anayasa ve kanunlarca güvence altına alınmış tüm düzenlemelere nazaran, yazıyı ya da turayı tutturma olasılığımızdan daha düşüktür. 

Yine de dikkatli düşünülürse, eğer siyasi davaların akıbetleri, örnekteki gibi yazı-tura denklemine sıkıştırılsaydı; adalet değil de talih dağıtılırdı. Her ne kadar bize düşen talih şimdiki kadar makus olmasa da yine bizim için esas sorun, adına adalet dediğimiz toplumsal ihtiyacın layıkıyla karşılanmaması olurdu. Haliyle turayı ya da yazıyı tuttursak daha çok lehe sonuç alacağımız bu varsayımsal sistemin en kuvvetli muterizleri olarak başladığımız noktaya dönerdik. 

Peki öyleyse; yani bizler öyle veya böyle (total ve genellemeci bir değerlendirme de olsa) siyasal pratiklerde adil sonuçlar alamayacağımızı biliyorsak hukuk adına neye inanıyoruz. Daha doğru bir ifadeyle neden toplumsal adalete erişimin bu yargısal pratikte kolektif mücadelemizle mümkün olduğunu düşünüyoruz. 

Bu ısrarımız tıpkı başlarken varsayımsal sonuçlar ürettiğimiz yazıyı ya da turayı tutturma şansına inanmak, hatta bağlanmak gibi bir duygu durumuna işaret etmiyor mu? Şans oyunlarına bağımlı insanların hissiyatlarında ortaklaşmıyor muyuz böylece? 

Herhalde bir ihtimal de olsa kazanabiliriz umudu yakamızı hiç bırakmıyor olsa gerek. 

İşte bu durum; zaten siyasal iktidarın arzu ve istekleri doğrultusunda güdülenen yargısal mekanizmanın varlığı, yargılamaya ilişkin ilke ve prensipler ne olursa olsun; bizi eninde sonunda sırtımızda koca bir kayayla veya elimizde bir madeni parayla çağın Sisifosları olmaktan kurtaramayacağının ispatıdır. 

Ancak burada Camus’un Sisifos Söyleni’nde ifade ettiği üzere bir lanetlenme ya da cezalandırılma halinden ziyade durumumuzun itiraz ve başkaldırıda somutlaştığını belirtmek gerek. Böylece bu belirtme ile beraber şansların ya da küçük ihtimallerin peşinden değil, itiraz ettiğimiz sistemi mahkum etme arzusunun peşinden koştuğumuzu biliyoruz. 

Özellikle Türkiye’de yakın geçmişteki yargı karnelerine bir göz attığımızda; Gezi’den bu yana (toplumsal adalet ihtiyacını da içeren bir halk ayaklanması olarak düşündüğümüzde) tipik olarak Berkin Elvan ve Ali İsmail Korkmaz’ın faillerinin yargılanması, Soma katliamının failleri aklamaya yönelik yargısal pratiği, 10 Ekim davasının seyri, Gezi ve Kobane yargılamaları, Bartın katliamı ve nihayetinde önümüzdeki hafta karara bağlanacak Metin Lokumcu Davası, hepsi bir bütün olarak isyan bastırma rejiminin yargısal operasyonları olarak görülecektir. 

Türkiye’de fiili durumda yargı mekanizmasının rejim açısından görevi yukarıda özetle ifade ettiğimiz isyanların bastırılması ve rejimin kendi içindeki güç dengesi değişimlerinde operasyonel bir aparat görevinden ibaret olduğu için; politik davalarda öncelikle birinci duruma dair umduğumuz sonuçları alabilmek yapısal olarak mümkün görülmemektedir. 

Bu sebeple de rejimin çekirdeğindeki kimi çatışmaların sembolik yargılamaları olarak görülen Ayhan Bora Kaplan ve Sinan Ateş davaları sol kamuoyunda da ilgiyle takip edilirken, uzun süredir rejimin esas yapı taşlarının döşendiği muhaliflere yönelik politik yargılamaların yahut bastırılmış isyanların devamı niteliğindeki adalet arayışlarının takipçiliği, sürdürülebilirliği zayıflamıştır. 

Nedeni de biraz açıktır? Çünkü rejimin kendi iç krizlerinin neticesi olan yargılamalarda güç dengelerinin birbirlerine yakın olması sebebiyle şaşırabileceğimiz kimi kararların gündeme gelmesi daha olası görünmektedir. 

Fakat bu merak ve ilgi hem büyük bir yanılsamayı hem de rejim içi tartışmalara dair safdilliği içermektedir. 

Zira rejimin iç çelişkilerinin yargılamalara konu olduğu vakıalar her zaman bir çatışma ortamına değil, ekseriyetle temel haklar üzerinden yürütülen bir pazarlığa denk düşmektedir. Çünkü çelişkilerin egemen olduğu bir ittifak rejiminde esasen çelişkiler, ezilenlere yönelik saldırıların genişletilmesiyle giderilmektedir. 

Örneğin, Sinan Ateş ve Ayhan Bora Kaplan davalarında ‘’ha dağıldı, ha dağılacak’’ dediğimiz ittifak, kayyum atamalarıyla, sokakta katliam yasalarıyla, uygulanmayan AYM kararları ile, 1 Mayıs tutuklamaları ve nihayetinde Ahlat’ta ordu komutanları ile beraber verilen fotoğrafla daha güçlü bir şekilde yoluna devam ettiğini beyan etmiştir. 

Sonuç olarak yargı pratiği de bu çelişkilerin muhaliflere yönelik saldırılarla giderilmesinde işlevini yerine getirmiş, getirmeye de devam etmektedir. 

“Zaten toplumsal davalarda sonuç alınamıyor, o sebeple biraz da rejimin kendi iç çatışmalarını izleyerek, yorumlayarak görevimizi çok da ihmal etmiş sayılmayız” diyeceklere de; yukarıda atıfta bulunduğumuz Sisifos söylencesinde olduğu gibi bu kayayı taşımak zorunda olduğumuzu, bunun bizim için bir varoluş nedeni olduğunu hatırlatmak gerekir. 

Nitekim bu tekil bir itiraz hali değildir. Ezilenlere yönelik saldırıya başkaldırmanın, karşı koymanın, parti genel merkezlerinden çıkartılan yargı kararlarını mahkum etmenin vazgeçilmez yordamıdır. Yargılamada lehe sonuç almak değil, adalet arayışını alabildiğince toplumsallaştırmaktır asıl mesele. 

Bu sebeple, ezilenlere yönelik saldırıların yaygınlaşacağı ve derinleşeceği şu günlerde politik yargılamaları, dava takipçiliği üzerinden değil, adalet arayışını toplumsallaştırmak, genelleştirmek ve örgütlemek üzerinden düşünmek ve harekete geçmek gerekir. 

Sözü bir çağrıyla bitirmek, herhalde sözün muhtevasına zeval getirmez. O yüzden bir hatırlatma ve çağrıyla sözü bitirelim. 

Yukarıda saydığımız birçok nedenle beraber ihmal ettiğimiz toplumsal davalardan birisi ise Metin Lokumcu davasıdır. 31 Mayıs 2011’de Hopa’nın meydanında kolluk tarafından öldürülen Metin Lokumcu için adalet arayışı 13. yaşını dolduruyor. 

Üstelik Hopa direnişi şu andaki durumuna göre toy sayılabilecek AKP iktidarının ilk isyan bastırma (mikro düzeyde de olsa) pratiği olarak düşünülebilir. İşte bu pratiğin içinde katledilen Metin Lokumcu için adalet arayışı da 13 yıl içinde gelişmiş bir isyan bastırma modeline rağmen sürmektedir. 

Nitekim Metin Lokumcu’nun ölümünden 11 yıl sonra soruşturma tamamlanabilmiş ve kovuşturma aşamasına geçilmiştir. 

Sanıkların yargılanacağı mahkeme ise (herhalde isyan olur korkusuyla), Hopa’dan Trabzon’a kaçırılmış, Trabzon 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılama etkili bir mücadele ile görevli ağır ceza mahkemesine taşınmıştır. 

Yargılama süreci boyunca, ne yazık ki dosyaya bakmakta olan hakimlerin ve savcıların değişmesi gibi genel yargılama pratikleri ve sanıkların yüz yüze dinlenmemesi, keşif taleplerimizin reddedilmesi, dinlenmesi gereken tanıkların dinlenmemesi gibi özel heyet pratikleri ile süreç tavsatılmıştır. 

6 Eylül günü ise 13 yıllık süreç için nihai olmasa dahi önemli bir karar aşaması olacaktır. Bir önceki celse tüm sanıkların beraatine karar verilmesi yönünde mütalaa sunan savcının görüşüne heyetin de iştirak edeceği yönünde genel bir kanaat olsa da daha önce ifade ettiğimiz gibi, bu yargılamada bizim için bir itiraz etme ve mahkum etme meselesi olduğundan, sırtımızda kayamızla duruşma salonunda ve adliye önünde olacağız. 

Yazı ya da tura ihtimalinin heyecanı ile değil, adalete yönelik arayışımızın kesin olarak toplumsallaşacağı bilinci ve inancıyla  tüm meslektaşlarımızı, basını ve demokratik kamuoyu öznelerini 6 Eylül saat 09.30’da Trabzon 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne bekleriz. 

 

* Fizikçiler ve matematikçiler madeni paranın son pozisyonunun, hukuki neticelere oranla daha determinist ilişkiler tarafından belirlendiğini iddia edebilir.

 

Av. Haktan Özkan  

Halkevleri Hukuk Sekreteri