Söz konusu teklifin yasalaşması, Türkiye’nin 19. yüzyıldan bu yana biriktirdiği demokratik ve anayasal kazanımlarından vazgeçmesi anlamına gelecektir
Söz konusu teklifin yasalaşması, Türkiye’nin 19. yüzyıldan bu yana biriktirdiği demokratik ve anayasal kazanımlarından vazgeçmesi anlamına gelecektir
TBMM’nin 26. yasama döneminde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 310 milletvekili Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’ni 10.12.2016 tarihinde TBMM Başkanlığına sundu. Teklif TBMM Başkanlığı tarafından Anayasa Komisyonuna havale edildi. Komisyon, raporunu 4.1.2017’de tamamladı. Teklifin Genel Kurul’da görüşmelerine 9.1.2017’de başlandı. Teklif, anayasanın çeşitli maddelerine esaslı değişiklikler getiriyor. Aşağıda bu değişikliklerin en önemli görülenleri yasama, yürütme ve yargı başlıkları altında kısaca değerlendirilecektir.
Yasama organı
Kanun teklifinde TBMM’nin üye sayısı 550’den 600’e çıkarılıyor. Demokratik rejimlerde milletvekili sayısının artırılması, ülke nüfusunun daha adil temsilini sağlamak amacıyla bir yöntem olarak kullanılabilir. Ancak, Türkiye’nin nüfusu gözönünde bulundurulduğunda böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyulduğu kuşkuludur. Nitekim, Türkiye’den daha kalabalık nüfusa sahip ABD, Rusya, Brezilya ve Meksika gibi ülkelerde parlamentonun halkı temsil eden meclisi 400-500 arasında milletvekilinden oluşuyor. Teklif, milletvekili seçilme yaşını 25’ten 18’e indiriyor. Almanya, Danimarka, Hollanda, Norveç, Avustralya ve Fransa (yalnızca Milli Meclis) gibi bazı demokratik ülke örneklerinde milletvekili seçilme yaşı 18 olarak düzenleniyor. Bu bakımından değişikliğin liberal demokratik rejimlerde bu yönde görülen bir eğilimi yakaladığı ileri sürülebilir. Ancak, seçilme yaşını 18 olarak düzenleyen diğer ülke örneklerinde zorunlu askerlik hizmetinin bulunmadığını not edelim.
Teklif, TBMM seçimlerini dört yıldan beş yıla çıkarıyor ve seçimlerin cumhurbaşkanlığı seçimleriyle aynı günde yapılmasını öngörüyor. Bu düzenlemenin cumhurbaşkanını destekleyecek bir TBMM çoğunluğu sağlamak amacıyla yapıldığı anlaşılıyor. Bilindiği üzere, demokratik bir hükümet sisteminde iki organ arasında yürütme erkine odaklanan bütünleşmenin değil, işbirliğini sağlayacak araç ve mekanizmaların sağlanması gerekir. Demokratik başkanlık sistemlerinde yasama ve yürütme organlarının ikinci lehine bütünleşmesini önlemenin en etkili araçlarından biri, başkan ve parlamento seçimlerini ayrı zamanlarda yapmak, diğeri ise parlamantoda iki meclisli bir yapıyı ve kısmi seçimleri öngörmektir. Demokratik bir başkanlık sisteminde yasama organının yürütme organına karşı aşırı zayıf bir konumda olmasını engellemek ve seçmenin eğilimlerinde oluşacak değişiklikleri parlamentoya yansıtmak amacıyla parlamento seçimleri kısmi olarak yenilenir. Ayrıca, parlamentonun iki meclisten oluşması, başkanın partisinin her iki mecliste de sayısal üstünlüğü elde etmesini zorlaştırıcı bir rol oynar.
Seçilme yaşını 18 olarak düzenleyen diğer ülke örneklerinde zorunlu askerlik hizmetinin bulunmadığını not edelim.
Söz konusu teklifse, TBMM’nin tek meclisli yapısını koruyor, ancak bunun yerine kısmi seçimleri getirmiyor. Bir başka deyişle, cumhurbaşkanın ve TBMM’nin görev sürelerini mutlak biçimde birbirine bağlıyor. Teklifin ilk biçimi ayrıca ara seçim kurumunu kaldırıyordu. Anayasa Komisyonundaki görüşmeler sonucunda, ara seçimin düzenlendiği Anayasanın 78. maddesi aynen korundu. Ara seçimlerin yalnızca belli koşulların gerçekleşmesi durumunda yapılabilecek olması nedeniyle, kısmi seçimlerin işlevini görmeyeceğine işaret etmek gerekir.
Ayrıca, bu düzenlemenin istenen amaca ulaşmayı her zaman sağlamayabileceğini de belirtmek gerekir. Bir başka deyişle, cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinin aynı günde yapılması, TBMM çoğunluğunun cumhurbaşkanının partisinden oluşmasının bir güvencesi de olmayacaktır. Örneğin, parlamento ve başkanlık seçimlerinin aynı gün yapıldığı Guatemala’da 1990’da Jorge Serrano Elias, başkanlık seçimlerini yüzde 68 oyla kazanırken, partisi parlamento seçimlerinde ancak yüzde 15,5’luk bir başarı elde edebildi. 1997’de Ekvador’da Abdala Bukaram ikinci turda başkan seçilmiş, partisi ise parlamentodaki 82 koltuğun ancak 15’ini kazanabildi. 1990 Peru başkanlık seçimlerinde ilk oylamada Maria Vargas Llosa yüzde 32, Alberto Fujimori yüzde 29 oy almıştı. Fujimori ikinci turda yüzde 62,5 oy alarak başkan seçildi. Ancak partisi parlamentodaki 180 milletvekilliğinin yalnızca 32’sini kazanabildi [Hurtado, 2012: 36].
Başkanın iki turlu seçimi yöntemi de yasama yürütme arasındaki ilişkiyi ve işbirliğini olumsuz biçimde etkileyebilir. Çünkü iki turlu seçimlerde, birinci turda seçmen o koltukta gerçekten görmek istediği adaya oy verirken, ikinci turda ise seçmenin oy yönelimini belirleyen daha çok hangi adayın seçilmesini istemediği oluyor. Böylece, TBMM ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin aynı tarihte ve cumhurbaşkanlığı seçiminin iki turlu yapılması, cumhurbaşkanı olarak seçilen kişinin partisinin TBMM’de istenen çoğunluğu yakalayamaması durumunda teklif sahiplerinin hiç öngörmedikleri biçimde daha baştan zayıf bir cumhurbaşkanı yaratma olasılığını taşıyor.
Cumhurbaşkanlığı ile TBMM seçimlerinin aynı günde yapılması ve kısmi seçimlerin öngörülmemesi, yasama ve yürütme arasında baştan sakat kurulan ilişkinin beş yıl süreyle devam ettirilmesiyle sonuçlanacaktır. Bu olumsuzluğu hafifletecek bir unsur, az sayıda siyasal partinin parlamento seçimlerinde başarılı olması, bir başka ifadeyle iki partiye dayalı bir siyasal yaşamın ve parlamentonun olması olarak düşünülebilir. Teklifte de bu niyetin izleri görülebilir. Bu yönde bir siyasal mühendisliğin, Türkiye’nin ekonomik, kültürel ve toplumsal gerçekleriyle bağdaşmayacağı için başarı şansı düşük olacaktır. Ekonomik, kültürel ve ideolojik açıdan çok parçalı bir toplum olan Türkiye’de her kesimin TBMM’de temsil edilebileceği kanalların açık tutulması toplumsal barışın sağlanması açısından gereklidir. 1982 Anayasasının mimarlarının da iki buçuk partili bir siyasal yaşam yaratma hedefleri olduğunu, ancak bunun toplumsal, ekonomik ve siyasal gerçeklikler nedeniyle başarıya ulaşmadığını da anımsatmak gerekir.
Başkanlık sistemine içkin özelliklerden biri, yasama ve yürütme organlarının birbirlerinin görevine son verememesidir. Bu yolla iki erkten birinin diğerine karşı üstünlük kazanmasının önlenmesi amaçlanır. Söz konusu teklif, anayasanın 116. maddesinde yaptığı değişiklikle TBMM ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin zamanından önce yenilenmesini olanaklı hale getirerek bu ilkeyi gözardı ediyor. Buna göre, hem TBMM’ye hem de cumhurbaşkanına beş yıllık görev süresi tamamlanmadan seçimlerin yenilenmesine karar verme yetkisi tanınıyor. Her iki durumda da TBMM ve cumhurbaşkanlığı seçimleri birlikte yapılır.
Düzenleme, cumhurbaşkanının seçimleri yenileme yetkisini kullanmasını hiçbir koşula bağlamamışken TBMM’nin bu yetkiyi ancak üye tamsayısının beşte üçünün kararıyla kullanabilmesini öngörüyor. Söz konusu madde, hem başkanlık sisteminin en temel ilkelerinden birine uymuyor, hem de cumhurbaşkanını TBMM’ye karşı daha avantajlı bir konuma sokuyor. Cumhurbaşkanının seçimlerde geçerli oyların en az yarıdan fazlasını almış olmasından kaynaklanan meşruiyetin TBMM çoğunluğunun sahip olduğu meşruiyetten daha güçlü olduğuna ilişkin savların da hukuki ya da siyasal bir gerçekliğe dayanmadığını ifade etmek gerekir. TBMM’nin seçimlerin yenilenmesi kararını alması için gereken çoğunluğun anayasa değişikliği yapması için gereken çoğunlukla aynı olduğu gözönünde bulundurulduğunda, iki organ arasında yaratılan bu dengesizlik daha açık biçimde ortaya çıkıyor [Gözler, 2016].
Arjantin, Kolombiya, Şili, Costa Rica, Uruguay, Meksika ve Peru gibi çok sayıda başkanlık sisteminde parlamenterlerin bir bakana soru sorması ya da bir konuda bilgi istemesi ve bakanın da parlamentoda bunları sözlü olarak yanıtlaması usulü düzenleniyor.
Teklif, TBMM’nin yürütme organını denetleme yetkilerini esaslı biçimde buduyor. Gensoru ve güven oylamasını kaldırıyor. Meclis soruşturmasını, cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların cezai sorumluluğuyla sınırlı bir denetim aracı olarak yeniden düzenliyor. Teklif, cumhurbaşkanını TBMM’ye karşı siyaseten sorumlu tutacak herhangi bir düzenleme içermiyor. Teklif, sözlü soruyu kaldırıyor. Milletvekillerine, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlara yalnızca yazılı soru sorma olanağı tanıyor. Yazılı soru, parlamentoların yürütme organını denetlemede en az etkili olan araçlarından biridir. Üstelik teklif, soruların süresi içinde cevaplanmaması durumunda ne olacağına ilişkin hiçbir düzenleme getirmeyerek bunu uygulamada da tamamen işlevsiz ve etkisiz hale getiriyor. Oysa ki, yürütme organının temsilcilerinin parlamentoda milletvekilleri önünde yanıtladıkları sözlü soru yöntemi daha etkili bir denetim aracıdır. Başkanlık sistemine de yabancı değildir. Gerçekten de, Arjantin, Kolombiya, Şili, Costa Rica, Uruguay, Meksika ve Peru gibi çok sayıda başkanlık sisteminde parlamenterlerin bir bakana soru sorması ya da bir konuda bilgi istemesi ve bakanın da parlamentoda bunları sözlü olarak yanıtlaması usulü düzenleniyor. Şili gibi bazı örneklerde bakanın soruları parlamentoda sözlü olarak yanıtlaması zorunlu tutuluyor [Chrinos Martinez ve Rivas Gomez, 2015: 47-51].
Teklif, meclis araştırması ve genel görüşmeyi yürütme organını denetleme araçları olarak aynen koruyor. Bu araçların, birtakım anayasal güvencelere sahip olmamaları nedeniyle bugün de etkili denetim yolları olmadığı söylenebilir. Teklif, bu eksiklikleri giderecek herhangi bir düzenleme getirmiyor. Başkanlık sistemlerinde özellikle araştırma komisyonlarının etkili bir denetim aracı olduğunu ve bu komisyonlara geniş yetkiler verildiğini belirtmek gerekir. ABD’de araştırma komisyonlarına tanık dinleme de dahil olmak üzere geniş yetkiler veriliyor. Arjantin, Meksika, Kolombiya, Ekvador, Paraguay, Uruguay, Costa Rica gibi çok sayıda ülkede bakanların ve diğer kamu görevlilerinin parlamentonun istediği bilgileri vermesi anayasal bir zorunluluk olarak düzenleniyor [Chrinos Martinez ve Rivas Gomez, 2015: 39-42]. Sonuç olarak, Anayasa değişikliği teklifinin TBMM’ye tanıdığı yürütme organını denetleme yetkilerinin Latin Amerika’daki güçlü başkanlık sistemlerinin bile gerisinde olduğu görülüyor.
Yürütme
Teklife göre yürütme organı tek kanatlı ve cumhurbaşkanından oluşuyor. Teklif metninde anayasanın 7. maddesinde yapılan “Yürütme yetkisi ve görevi, cumhurbaşkanı tarafından anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” yönündeki değişiklikle anayasanın 104/1. maddesine eklenen “Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir” hükmü yürütmenin tekçi yapısına işaret ediyor. Bu çerçevede, bakanlar kurulunun kuruluşu, görev ve yetkileri ile sorumluluğuna ilişkin anayasanın ilgili maddeleri kaldırılıyor.
Teklif, cumhurbaşkanı seçilme koşullarını değiştirmiyor (md.101). Buna göre, cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş, yükseköğrenim yapmış, milletvekili seçilme yeterliğine sahip, Türk vatandaşları arasından seçilecektir. Aday olabilmek için öngörülen kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış olma koşulları eleştiriye açıktır. Yürütme yetkisinin tek kişiden oluştuğu demokratik başkanlık sistemlerinde başkan seçilmek için bu ölçüde yüksek yaş ve eğitim koşulu aranmıyor. Türkiye’de de bu koşullar yürütmenin gerçek başı olan başbakan için değil, tarafsız ve simgesel yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanı için öngörülüyor. Yürütme organının tek kişiden oluştuğu bir hükümet sisteminde cumhurbaşkanı seçilmenin bu koşullara bağlanmasının, seçkinci bir siyaset anlayışının işareti olduğu ve seçilme hakkını gerekli olmayan ve ölçüsüz biçimde sınırladığı söylenebilir. Ayrıca, getirilen bu koşullar, teklifteki milletvekili yaşının 18’e indirilmesine ilişkin düzenlemedeki anlayışla da çelişiyor.
Teklife göre, cumhurbaşkanlığı seçimi doğrudan ve beş yılda bir yapılacaktır. Bir kişi, kural olarak en fazla iki defa seçilebilir. Ancak teklif, cumhurbaşkanının, ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde bir defa daha aday olabilmesini olanaklı kılıyor. Bu düzenlemeler, başkanı yürütme alanında tek yetkili sayan ve bunu bir kişinin en çok bir ya da iki dönem için başkan seçilmesi kuralıyla dengeleme esasına dayanan başkanlık sisteminin özüne aykırıdır. Düzenleme, yasama ve yürütme organları arasında olması gereken dengeyi ölçüsüz biçimde yürütme lehine bozuyor.
Teklifin anayasanın 67. maddesine koyduğu geçici düzenlemeyle, “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” hükmünün bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra birlikte yapılacak ilk milletvekili genel seçimi ile cumhurbaşkanlığı seçimi bakımından uygulanmaması öngörülüyor. Bu düzenleme, ilk seçimlerde TBMM çoğunluğunun kendi siyasal tercih ve amaçları doğrultusunda seçim sistemini değiştirebilmesini sağlayacak olması bakımından eleştiriye açıktır.
Teklif, cumhurbaşkanlığına seçilen milletvekilinin TBMM üyeliğinin sona ereceğini belirtiyor, ancak tarafsızlığına ilişkin bir hüküm getirmiyor. Bu durumda, cumhurbaşkanının bir siyasal partinin üyeliğini, hatta genel başkanlığını sürdürmesi olanaklı hale geliyor. Oysa ki, Türkiye’deki demokrasi tarihi bu ayrımın yapılması mücadelesinin örneklerini verir. Demokrat Parti, 1947’de yayımladığı Hürriyet Misakında “Devlet reisliği ile fiili parti reisliğinin bir zat uhdesinde birleşmemesi esasının kabulü”nü talep etmiş, 1949 tarihli tüzüğünün 18/2. maddesine “Parti başkanı cumhurbaşkanlığına seçilirse, parti başkanlığından seçilmiş sayılır” hükmünü koymuştu. Uygulamada da Demokrat Partili milletvekillerinin seçtiği cumhurbaşkanıyla parti genel başkanı ayrı kişiler olmuştur. Teklifin, cumhurbaşkanının aynı zamanda bir partinin üyesi, hatta genel başkanı olabilmesine olanak veren düzenlemesi, devletle partiyi cumhurbaşkanının kişiliğinde bütünleştirme tehlikesi yaratır. Bu nedenle, düzenlemenin “parti devleti”ne yol açacağına ilişkin eleştirilerde haklılık payı vardır. Söz konusu düzenlemenin, bu bakımdan Türkiye’de pek çok açıdan sorunlu olan 1950’lerdeki çoğunlukçu demokrasi anlayışının bile gerisine düştüğü görülüyor.
Ülkenin iç ve dış siyaseti hakkında Meclise mesaj vermek, milli güvenlik politikalarını belirlemek ve gerekli tedbirleri almak, yürütme yetkisine ilişkin konularda cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarmak, cumhurbaşkanı yardımcılarını, bakanları ve üst kademe kamu yöneticilerini atamak, olağanüstü hal ilan etmek ve olağanüstü hal kararnamesi çıkarmak, Anayasa Mahkemesine ve Hakimler ve Savcılar Kuruluna üye seçmek, YÖK üyelerini seçmek buna örnek olarak verilebilir.
Başkanlık sisteminde yürütme organının tek kişiden oluşması ve geniş yetkilere sahip olması, bu yetkiyi kullanacak kişinin güçlü bir demokratik meşruiyete dayanmasını gerektirir. Kanun teklifi cumhurbaşkanlığı makamının geçici ya da sürekli olarak boşalması halinde yenisi seçilene kadar cumhurbaşkanı tarafından atanan cumhurbaşkanı yardımcısının cumhurbaşkanına vekalet etmesini ve cumhurbaşkanına ait yetkileri kullanmasını öngörüyor. Geçici ya da kısa bir süre için bile olsa cumhurbaşkanının bütün yetkilerini tek başına kullanabilecek olan cumhurbaşkanı yardımcısının doğrudan ya da dolaylı olarak seçimle belirlenmemiş olması, yürütme erkinin demokratik meşruiyetini ortadan kaldırıyor. Oysa ki başkanlık sisteminde bu meşruiyeti sağlamak için başkan yardımcısı başkanla birlikte seçilir. Öyle ki, başkanlık makamına oturan başkan yardımcısının süreyi tamamlayamaması olasılığına karşılık Uruguay ve Costa Rica gibi bazı örneklerde seçim yoluyla iki başkan yardımcısı belirlenir. Meksika’da ise parlamento geçici ya da sürekli boşalma halinde geçici başkanı kendisi atar [Gonzalez Chavez, 2002].
Anayasa değişiklik teklifi, cumhurbaşkanına geniş yetkiler veriyor. Bu yetkilerin bir bölümü 1982 Anayasasının ilk biçiminde de bulunuyor, bir bölümü ise yeni. Ülkenin iç ve dış siyaseti hakkında Meclise mesaj vermek, milli güvenlik politikalarını belirlemek ve gerekli tedbirleri almak, yürütme yetkisine ilişkin konularda cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarmak, cumhurbaşkanı yardımcılarını, bakanları ve üst kademe kamu yöneticilerini atamak, olağanüstü hal ilan etmek ve olağanüstü hal kararnamesi çıkarmak, Anayasa Mahkemesine ve Hakimler ve Savcılar Kuruluna üye seçmek, YÖK üyelerini seçmek buna örnek olarak verilebilir.
Genel olarak, anayasa değişikliği teklifinin cumhurbaşkanına geniş ve kanunla daha da genişletilmesi mümkün yetkiler verdiği görülüyor. Bu durum, yasama ve yargı organları karşısında cumhurbaşkanının aşırı güçlenmesini sağlayan ve cumhurbaşkanını diğer iki organın çok sınırlı denetimine bağlayarak güçler ayrılığı ilkesini zayıflatan bir sonuç yaratıyor. Öyle ki, teklifle cumhurbaşkanına tanınan bazı yetkilerin başkanın güçlü, yasama ve yargı organlarının görece güçsüz olduğu Latin Amerika tipi başkanlık sistemlerinde bile görülmeyen nitelikte olduğu söylenebilir.
Cumhurbaşkanına tanınan önemli yetkilere örnek olarak, cumhurbaşkanının yürütme alanını hemen hemen sınırsız ve denetimsiz biçimde düzenleyebilmesi verilebilir. Gerçekten de, teklife göre, cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcılarını, bakanları milletvekili seçilme yeterliğine sahip olanlar arasından atar ve görevlerine son verir. Üst kademe yöneticilerini atama yetkisi de cumhurbaşkanına tanınıyor. Cumhurbaşkanınca yapılan atamalar TBMM ya da başka bir organın denetimine ya da onayına bağlı tutulmuyor. Oysa ki, bütün demokratik başkanlık sistemlerinde başkanın bakanlar da dahil olmak üzere, üst kademe kamu yöneticileri için yaptığı atamalar mutlaka parlamento tarafından denetlenir.
Teklifin cumhurbaşkanına tanıdığı önemli yetkilerden biri, kararname çıkarma yetkisidir. Teklif, cumhurbaşkanının kararname çıkarma yetkisini bazı açılardan sınırlamış gözüküyor. Buna göre, anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenemez. Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda ve kanunda açıkça düzenlenen konularda cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde kanun hükümleri uygulanır. TBMM’nin aynı konuda kanun çıkarması durumunda cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir. Bu durumda, kanunla düzenlenmeyen bir konuyu kararnameyle düzenlemek ya da yasal boşlukları kararnameyle doldurmak mümkün hale geliyor. Teklif, ayrıca çeşitli maddelerde yaptığı değişikliklerle bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri, yetkileri ve teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilâtlarının kurulması, Devlet Denetleme Kurulunun işleyişi, üyelerinin görev süresi ve diğer özlük işleri, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin teşkilatı ve görevleri, kamu tüzel kişiliğinin kurulmasının, üst kademe kamu yöneticilerinin atanmalarına ilişkin usul ve esasların cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenmesini öngörerek çok geniş bir alanda cumhurbaşkanına yasama niteliğinde düzenleme yapma yetkisi veriyor.
Teklifin getirdiği cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarma yetkisinin parlamenter sistemlerde bakanlar kuruluna verilen KHK çıkarma yetkisinden çok daha geniş olduğu söylenebilir. KHK çıkarma yetkisi parlamentonun kabul edeceği ve konu, amaç ve süre gibi unsurlar açısından sınırlandırılmış bir yetki yasasına dayanır ve sonrasında da parlamentonun KHK’yi onay yoluyla denetlemesini içerir. Oysa ki söz konusu teklif, cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde TBMM’nin denetim olanaklarını tamamen ortadan kaldırıyor. Kararname çıkarma yetkisinin verildiği Latin Amerika örneklerinde anayasaların önemli bir bölümünde de bu yetkinin konu olarak sınırlandığı ve parlamentonun denetimine bağlı olduğu görülüyor [Escamilla Cadena y Sánchez Gayosso, 2015: 117-118). Bu karşın bu yetkinin sıklıkla kötüye kullanılabildiğini de not edelim. Brezilya’da başkan Fernando Collor de Mello’nun, göreve başladığı 1990’da ortalama 48 saatte bir kararname çıkarmış olması, çarpıcı bir örnek olarak verilebilir [Soberg Shugart y Scott Mainwaring (2002): 54]. Teklif, kararnamelerin anayasaya uygunluk denetimi konusunda Anayasa Mahkemesini yetkilendiriyor. Ancak, öndenetimin kabul edilmemiş olması ya da denetimin belli bir süreye bağlanmamış olması cumhurbaşkanının bu yetkisini kötüye kullanmasını uygulamada kolaylaştıracaktır.
Cumhurbaşkanına verilen bir başka önemli yetki bütçe ve kesinhesap kanunlarına ilişkindir. Teklif, bütçe kanun teklifi ile kesinhesap kanu teklifini TBMM’ye sunma yetkisini cumhurbaşkanına veriyor. Cumhurbaşkanına tanınan bu yetki, sert güçler aykırılığı ilkesine dayanan başkanlık sistemiyle örtüşmüyor. Örneğin, ABD’de başkan kongreye doğrudan bütçe kanun teklifi sunamaz. Bütçe kanun teklifi mutlaka bir kongre üyesi tarafından sunulur. Teklifte eleştirilebilecek bir başka düzenleme bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması durumunda geçici bütçe kanunu çıkarılması, geçici bütçe kanununun da çıkarılamaması durumunda, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar bir önceki yılın bütçesinin yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanacak olmasıdır. Bu düzenlemeyle cumhurbaşkanı TBMM onayı olmaksızın harcama yapabilecektir. Bütçenin kabulü ve denetimi bütün parlamentoların en eski ve önemli yetkilerinden biridir. Teklif, getirdiği bu düzenlemeyle TBMM’nin en etkili denetim araçlarından birini işlevsiz hale getiriyor. Böylece, cumhurbaşkanının TBMM’yle uzlaşma aramasına da ihtiyaç kalmıyor. Teklif, anayasanın yürürlükteki 164. maddesinde yer alan, kesinhesap kanunu teklifinin, yeni yıl bütçe kanunu teklifiyle birlikte görüşülüp karara bağlanmasına ilişkin hükmü koruyor. Kesinhesap kanun teklifinin bütçe kanun teklifiyle birlikte görüşülmesi, merkezi yönetimin harcamalarının TBMM tarafından bütçe kanunundan ayrı olarak, sağlıklı biçimde denetlenmesini engellemesi nedeniyle eleştirilebilir.
Teklif olağanüstü hal yönetim usullerinde değişiklikler yapıyor ve bu usullerin yürürlükte olduğu dönemlerde cumhurbaşkanına geniş yetkiler veriyor. Teklif, olağanüstü yönetim usulü olarak yalnızca olağanüstü hali düzenliyor. Sıkıyönetimi ise kaldırıyor. Olağanüstü yönetim usulü olarak yalnızca olağanüstü hale yer verilmesi ilk bakışta eleştiriye konu olmayacak bir değişiklik olarak düşünülebilir. Hatta, özellikle kolluk ve bazı yargı yetkilerini askeri makamlara bırakan sıkıyönetimin kaldırılmasının sivil yönetimi güçlendirdiği bile ileri sürülebilir. Oysa ki bu değişikliğin sonuçları göründüğü kadar olumlu olmayabilir. Teklif, olağanüstü hal ilan nedenlerini artırıyor. Bunlar arasında savaş, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, seferberlik, ayaklanma, doğal afet, salgın hastalık ve ağır ekonomik bunalım gibi toplumsal ve siyasal etki ve sonuçları birbirinden tamamen farklı olan, dolayısıyla alınacak önlemler ve bunların sınırları açısından birbirinden ayrılması gereken pek çok neden bir arada yer alıyor. Oysa ki, niteliği gereği daha hafif önlemler alınması gereken nedenlerin ayrı olağanüstü yönetim usulü olarak düzenlenmesi, her yönetim usulünde yürütme organının yetki alanının ve hangi temel hak ve özgürlüklerin nasıl sınırlanacağına ilişkin ölçüt ve ilkelerin kanuna bırakılmadan anayasada ayrı ayrı belirlenmesi gerekir.
Teklif, cumhurbaşkanını olağanüstü hallerde demokratik rejimlerde öngörülemeyecek ölçüde yetkilendiriyor. Teklife göre olağanüstü hal artık cumhurbaşkanının alacağı bir kararla ilan edilecektir. Cumhurbaşkanı bu yetkisini tek başına kullanıyor. Öyle ki, cumhurbaşkanı olağanüstü hal ilan etmeden önce kendi bakanlarının bile görüşüne başvurmak zorunda bulunmuyor. Cumhurbaşkanı olağanüstü hali yurdun tamamında veya bir bölgesinde, süresi altı ayı geçmemek üzere ilan edebilir. Olağanüstü hal ilanı kararı verildiği gün Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Meclis gerekli gördüğü takdirde olağanüstü halin süresini kısaltabilir, uzatabilir veya olağanüstü hali kaldırabilir. Cumhurbaşkanının talebiyle TBMM her defasında dört ayı geçmemek üzere süreyi uzatabilir.
Görüldüğü üzere, değişiklik teklifi, olağanüstü halin süresi ve onaylanma biçiminde değişiklik yapmıyor. Dolayısıyla, parlamenter sistem için öngörülmüş ve bugün de çeşitli açılardan eleştiri konusu olan bu düzenlemelerin başkanlık sisteminde olumsuz sonuç doğurma olasılığının katlanarak arttığı söylenebilir. Gerçekten de, teklif olağanüstü halin kaç kez uzatılabileceği konusunda bir sınır getirmiyor. Bu düzenleme, arkasında TBMM çoğunluğunu bulan bir cumhurbaşkanının ülkeyi bu görevde bulunduğu süre boyunca sürekli olağanüstü halle yönetebilmesini olanaklı kılıyor. Olağanüstü halin yıllarca sürdürülüp “olağan hal”e dönüşmesini engelleyici önlemlere yer verilmiyor. Örneğin, teklif TBMM’nin olağanüstü hal ilanı ve bunun uzatılmasının onaylamasını belirli bir süreyle de sınırlamıyor.
Anayasa değişikliği teklifi olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanına, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarma yetkisi veriyor. Teklife göre, kanun hükmündeki bu kararnameler Resmi Gazetede yayımlanır, aynı gün Meclis onayına sunulur. “Kanun hükmündeki bu kararnameler” ifadesinden olağanüstü hal dönemlerinde çıkarılacak cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin kanun gücünde ve değerinde olduğu anlaşılıyor. Ayrıca bu kararnameler, anayasanın 104. maddesinde olağan dönemlerde çıkarılacak kararnameler için getirilen sınırlamalara da bağlı tutulmuyor.
Teklif uyarınca, olağanüstü hal sırasında çıkarılan cumhurbaşkanlığı kararnameleri üç ay içerisinde TBMM’de görüşülür ve karara bağlanır, aksi halde kendiliğinden yürürlükten kalkar. Bu düzenleme, kararnameler üzerinde yasama organının siyasal denetimini daha etkili kılacak olması bakımından olumludur. Ancak üç aylık sürenin uzun olduğu söylenebilir. Öte yandan, cumhurbaşkanının TBMM’nin reddettiği bir kararnameyi yeniden çıkarmasının önünde bir engel de bulunmamaktadır. Örneğin, Brezilya’da başkan Fernando Henrique Cardoso 1994’te parlamentonun reddettiği bir kararnameyi 80 ay boyunca tekrar tekrar çıkarmıştı. Başkanın bu yetkisini kötüye kullanması 2001 anayasa değişiklikleriyle yetkinin sınırlanmasına neden oldu.
Anayasa değişiklik teklifi, anayasanın 148/1. maddesinin olağanüstü hal KHK’erinin anayasaya uygunluk denetimi dışında tutulmasına ilişkin hükmünü cumhurbaşkanlığı kararnameleri için aynen koruyor. Olağanüstü yönetim usullerinde başkanlara kararname çıkarma yetkisinin verilmesi Latin Amerika tipi başkanlık sistemlerinin en belirgin özelliklerindendir. Ancak bu yetkinin verildiği hiçbir ülkede kararnameler yargı denetimi dışında tutulmuyor. Aksine, bazı ülkelerde bu kararnameler yargı organının sıkı denetimi altında. Örneğin, Kolombiya’da bütün olağanüstü hal kararnameleri Anayasa Mahkemesinin zorunlu ve otomatik anayasaya uygunluk denetimine bağlı tutuluyor. [Esen, 2008: 136]. Bu yasağın hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmazlığı açıktır. Anayasa Mahkemesinin OHAL KHK’lerine ilişkin olarak 2016 tarihli kararları da gözönünde bulundurulduğunda, cumhurbaşkanının anayasa hükümleri de dahil olmak üzere, OHAL kararnamesiyle hukuk düzeninde sürekli ve kalıcı değişiklikler yapmasının önünde hiçbir hukuki engel yoktur.
Teklif, anayasanın 105. maddesinde cumhurbaşkanının sorumluluğunu yeniden düzenliyor. Buna göre cumhurbaşkanı hakkında bir soruşturma açılması ancak bir suç ilediği savına dayanabilir. Teklife göre, cumhurbaşkanının siyasal saiklerle görevden uzaklaştırılması mümkün değil. Oysa ki Arjantin, Peru, Ekvador, Paraguay gibi ülkelerde, başkana karşı hem cezai hem de siyasal saiklerle impeachment yolu işletilebilir. Kaldı ki Fransa gibi yarı başkanlık sistemlerinde de cumhurbaşkanının siyasal saiklerle parlamento tarafından görevden alınması mümkün [Eroğul, 2010: 182]. Teklif, cumhurbaşkanının Yüce Divana sevk edilmesini çok zor koşullara bağlıyor. TBMM’de soruşturma açma önergesi üye tamsayısının salt çoğunluğu ile verilebiliyor. Soruşturma açılmasına karar verilmesi TBMM üye tamsayısının beşte üçünün, Yüce Divana sevk kararı ise üye tamsayısının üçte ikisinin gizli oyuyla alınabiliyor. Üstelik, cumhurbaşkanının görevi sırasında işlediği suçlar için bu usulün görevi bittikten sonra da uygulanması öngörülüyor. Kısaca, bu düzenlemenin cumhurbaşkanına geniş bir dokunulmazlık kalkanı sağladığı, Meclisin cumhurbaşkanını denetleme yetkisini kullanmasını çok zor koşullara bağladığı görülüyor. Bu durum, kamu hukukunun en temel ilkelerinden olan yetki ve sorumlulukta paralellik ilkesiyle de bağdaşmıyor.
Maddede yer alan bir başka eleştiri konusu hüküm, Yüce Divanda seçilmeye engel bir suçtan mahkûm edilen cumhurbaşkanının görevinin sona ereceğine ilişkin düzenleme. Bu hükme göre, TBMM’nin üye tamsayısının üçte ikisinin oyuyla Yüce Divana sevk edilen, bir başka ifadeyle, Meclisin ezici çoğunluğunun güvenini yitiren ve ciddi bir suçlamayla karşı karşıya bulunan bir cumhurbaşkanı görevde kalmaya devam edecek. Bu durumdaki bir cumhurbaşkanı bir yandan üyelerinin büyük bölümünü atadığı Anayasa Mahkemesinde Yüce Divan sıfatıyla yargılanacak, bir yandan da bütün yetkilerini kullanmayı sürdürecek. Üstelik Yüce Divan yargılamasında mahkum olsa bile, bu mahkumiyet “seçilmeye engel bir suç” değilse görevde kalmaya devam edecek. Böyle bir duruma düşmüş cumhurbaşkanının meşruiyetini yitireceği açıktır. Meşruiyetini yitirmiş bir cumhurbaşkanının Meclisin büyük çoğunluğunun kararına karşın görevde kalmayı sürdürmesinin derin siyasal bir kriz yaratması kaçınılmazdır.
Öte yandan, teklif metni, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divana sevk edilebilmesini de cumhurbaşkanı için öngördüğü kural ve usullere bağlıyor. Bu düzenleme, bu kişilerin doğrudan ya da dolaylı bir seçimle göreve gelmedikleri de gözönünde bulundurulduğunda, demokratik rejimin en temel ilkelerinden olan yöneticilerin hesap vermesi ilkesini neredeyse uygulanamaz hale getiriyor.
Yargı organı
Teklifin, yargıya ilişkin düzenlemelerinin genel olarak yargı organının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayacak ya da güçlendirecek nitelikte olmadığı, tersine cumhurbaşkanının yargı organı üzerindeki etkisini artırıcı ya da pekiştirici nitelik taşıdığı görülüyor.
Özellikle, HSYK ve Anayasa Mahkemesinde yapılan önemli değişiklikler bu kanıyı destekliyor. Teklif, HSYK’nın yapısında önemli değişikliklere gidiyor. Öncelikle, kurulun adı Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) olarak değiştiriliyor. Kurulun üye sayısı yirmi iki asıl on iki yedek üyeden on üçe indiriliyor ve yedek üyelik kaldırılıyor. Adalet Bakanı kurulun başkanı, Adalet Bakanlığı Müsteşarı da tabiî üyesi olarak kalmaya devam ediyor. Kurulun dört üyesini Cumhurbaşkanı atıyor. Yedi üyesi TBMM tarafından seçiliyor. TBMM’nin yaptığı seçimde ilginç bir yöntem benimseniyor. Buna göre, Anayasa ve Adalet Komisyonları Üyelerinden Kurulu Karma Komisyon Genel Kurulda seçilecek adayların sayısını her boş yer için üçe indirir. Bu seçimi üye tam sayısının üçte iki çoğunluğuyla yapar. Hiçbir aday bunu sağlayamazsa, yapılacak ikinci oylamada üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu aranır. Bu oylamada da aday belirlenemediği takdirde, her bir üyelik için en çok oyu alan iki aday arasında ad çekme usulü ile aday belirleme işlemi tamamlanır. TBMM, komisyon tarafından belirlenen adaylar arasından üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile üye seçimini yapar. Bu oylamada seçimin sonuçlandırılamaması halinde ikinci oylamada üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu aranır. İkinci oylamada da üye seçilemediği takdirde en çok oyu alan iki aday arasında ad çekme usulü ile üye seçimi tamamlanır.
Demokratik bir sistemde ad çekme usulü, aynı oyu almış adaylar arasında uygulanabilir. Hatta önceden belirlenmiş nitelikleri taşıyan bütün adaylar arasında yapılacak ad çekme yöntemiyle bir makamın belirlenmesinin bile adayların aynı konum ve koşullar altında bulunması nedeniyle demokrasi ilkesiyle bağdaşabileceği ileri sürülebilir. Buna karşılık, yapılan bir oylama sonucunda yeterince oy alamamış iki aday arasında yapılacak ad çekme usulüyle üyeliğin belirlenmesi, özellikle iki adayın aldığı oy sayısı bakımından büyük fark olması ve ad çekmeden daha az oy alan adayın çıkması durumunda meşruiyet sorununu ortaya çıkarır. Böyle bir yöntemin demokrasinin en temel ilkelerinden biri olan seçim ilkesiyle de kolay bağdaşmayacağını not etmek gerekir.
HSK’nın yapısında dikkat çeken en önemli değişiklik, cumhurbaşkanının bu kurul üzerindeki etkisinin sürdürülmesi. Teklif bunu, hem cumhurbaşkanının seçtiği üye sayısının kurulun toplam üye sayısı içindeki oranını artırmak, hem de Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı müsteşarını kurulun tabii üyesi olarak korumak yoluyla sağlıyor.
Teklif, Anayasa Mahkemesinin kuruluşu, görev ve yetkileri ile çalışma usulünde de bazı değişiklikler yapıyor. Anayasanın 146. maddesinde yapılan değişiklikle Askeri Yargıtay ile AYİM’den gelen iki üyelik kaldırılarak üye sayısı on yediden on beşe indiriliyor. Mahkemenin toplantı yetersayısı da on ikiden on üyeye düşürülüyor (md. 149/1). Anayasanın 148/1. maddesinde yapılan değişiklikle Anayasa Mahkemesinin anayasaya uygunluk denetimi yapabileceği normlar arasına cumhurbaşkanlığı kararnameleri ekleniyor. Ancak, olağanüstü hallerde çıkarılacak cumhurbaşkanlığı kararnameleri Anayasa Mahkemesinin denetiminin dışında tutuluyor. Yukarıda da belirtildiği gibi, olağanüstü hallerde çıkarılacak yasa gücündeki kararnamelerin yargı denetimine bağlı tutulması, yürütme organının olağanüstü dönemlerde anayasal sınırlar içinde kalmasının en önemli aracı ve güvencesi. Olağanüstü hallerde çıkarılan cumhurbaşkanlığı kararnamelerin Anayasa Mahkemesi denetimi dışında tutulması hukuk devleti ilkesinin gözardı edilmesidir. Türkiye’nin yakın tarihi, yürütme organının olağanüstü dönemlerde KHK çıkarma yetkisini nasıl ölçüsüz biçimde kötüye kullandığının örnekleriyle doludur. Yürütmenin bu kararnamelerle yapacağı anayasaya aykırı düzenlemelerin yargı denetimi dışında tutulması, anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin de, dolayısıyla anayasanın da olağanüstü dönemlerde askıya alınabilmesi anlamına gelir. Böyle bir istisnanın demokratik rejimle yönetilen hiçbir ülkede bulunmadığını da bir kez daha yinelemek gerekir.
Teklif, iptal davası açma hakkına ilişkin olarak anayasanın yürürlükteki 150. maddesinde yer alan “iktidar ve anamuhalefet partisi meclis grupları” ifadesi yerine “Türkiye Büyük Millet Meclisinde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubu” ifadesini getiriyor; TBMM üye tamsayısının en az beşte birinin iptal davası açma hakkı korunuyor. İptal davası açma yetkisinin iki siyasal partiyle sınırlanması ve bu yolu kullanabilecek milletvekili sayısının yüksek tutulması anayasaya aykırı görülen yasaların ve kararnamelerin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesini soyut norm denetimini benimsemiş diğer ülke örnekleriyle karşılaştırıldığında aşırı sınırlıyor. Teklifteki bu düzenleme, 1982 Anayasasının yürürlükte bulunan hükmünde olduğu gibi, iki partiye dayalı bir sistem yaratılmak istendiği izlenimi veriyor. Bu yetkinin yalnızca TBMM’de en çok milletvekiline sahip iki siyasal partiye tanınarak Meclisteki diğer partilerin bu yetkiden yoksun bırakılması ancak bu biçimde açıklanabilir. Kuşkusuz ki, çağdaş demokrasilerde ulus iradesi, çoğunluğun iradesi demek olmayıp, birbirinden farklı bütün düşünceleri içinde barındıran bir bütün olarak kabul edilir. Aksi durumda yasaların anayasaya uygunluğunun denetimi yalnızca iki partiyi ilgilendiren, parlamento içi ve sınırlı bir sorundan ibaret sayılır. Bu nedenle bu yetki, yalnızca Mecliste en büyük çoğunluğa sahip iki partiye değil, TBMM’ye temsilci gönderen, hatta genel seçimlerde belli bir oranda oy olmış bütün siyasal partilere tanınmalıdır. Teklifin getirdiği düzenlemenin, hukuk devleti ilkesinin yanısıra siyasal partilerin demokratik yaşamın vazgeçilmez unsuru oldukları gerçeğiyle de bağdaşmadığı söylenebilir. Ayrıca, Anayasa Mahkemesine başvurabilecek TBMM üye sayısının da yukarıda belirtilen gerekçelerle daha aşağıya çekilmesi gerekir.
Teklif, iptal davası açma hakkına ilişkin olarak anayasanın yürürlükteki 150. maddesinde yer alan “iktidar ve anamuhalefet partisi meclis grupları” ifadesi yerine “Türkiye Büyük Millet Meclisinde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubu” ifadesini getiriyor.
Teklifin yargıya ilişkin getirdiği önemli değişikliklerden biri askeri yargının, yani Askeri Yargıtay ve AYİM’in kaldırılmasıdır. 142. maddeye eklenen 2. fıkra ile “Disiplin mahkemeleri dışında askeri mahkemeler kurulamaz. Ancak, savaş halinde asker kişilerin görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevli askeri mahkemeler kurulabilir” hükmü getiriliyor. Liberal demokratik rejimlerde askeri mahkemeler genellikle disiplin suçları ile sınırlı tutulur ve/veya bu mahkemelerin kararları sivil temyiz mahkemeleri tarafından denetlenir. 1961 Anayasasından itibaren Türkiye’de askeri yargı, yargı birliğini bozacak ölçüde sivil yargı lehine genişlemiştir. Değişikliğin, bu yöndeki eleştirileri [Özbudun, 2014: 398-400] karşılamayı amaçladığı söylenebilir.
Teklifin yargı alanında getirdiği bir başka değişiklik, “Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şuranın kararları yargı denetimi dışındadır. Ancak, Yüksek Askeri Şuranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır” biçimindeki anayasanın 125/2. maddesini kaldırmasıdır. Teklifin öngördüğü yürütme yapısı içinde karşı imza kuralı kalktığı için bu yasağın kalması düşünülemezdi. YAŞ kararlarına ilişkin istisna hükmünün kalkması hukuk devleti ilkesinin güçlendirilmesi bakımından olumludur. Buna karşılık, HSYK’nin, teklifteki adıyla HSK’nin, meslekten çıkarma cezasına ilişkin olanlar dışındaki kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulmasını yasaklayan anayasanın 159/10. maddesi hükmü, aynı ölçüde hukuk devleti ilkesini zedelemesine karşın korunuyor.
Sonuç
Liberal demokratik bir rejimde bütün hükümet sistemlerinin ortak özelliği, iktidarı kullanan yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında bunların birbirlerini denetlemesi esasına dayalı bir dengenin bulunmasıdır. Özellikle yargı organının diğer iki erkten bağımsızlığının güvenceye alınması benimsenen hükümet sisteminden bağımsız olarak demokratik bir rejimin vazgeçilmez unsurudur. Teklifin yürütme erkini tek kişiden, yani cumhurbaşkanından oluşturması nedeniyle biçimsel olarak başkanlık sistemine benzediği söylenebilir. Ancak oluşturulan bu sistemin, ABD, hatta pek çok Latin Amerika ülkesinde gördüğümüz türden demokratik bir rejim olarak tasarlanmadığı görülmektedir. Demokratik başkanlık sistemi başkanla parlamentonun işbirliği yapmasına, bir başka ifadeyle çeşitli konularda koalisyonlar kurmasına dayanır. Latin Amerika’da da iyi işleyen başkanlık sistemlerinin özelliklerinden biri budur. Bu teklifte ise, cumhurbaşkanı yürütmenin tek sahibi olarak düzenleniyor, hem TBMM, hem de yargı karşısında ölçüsüz biçimde güçlendiriliyor. Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında bunların birbirini denetlemesine dayalı bir denge kurulmuyor. Teklif, güçlü merkezi yönetim yapısını koruyarak dikey güçler ayrılığı yoluyla yürütmenin yetkilerinin sınırlanmasına da olanak vermiyor. Cumhurbaşkanının TBMM seçimlerini yenilemek, olağanüstü hal ilan etmek, kararnameler çıkarmak ve bütçe de dahil olmak üzere çok geniş yetkilere sahip olması ve neredeyse mutlak sorumsuz tutulması, yasama ve yürütme arasındaki işbirliği ve koalisyon olanaklarını zayıflatıyor.
Demokratik bir hükümet sisteminde yasama, yürütme ve yargı organları arasında yürütme erkinde odaklanan bir bütünleşmenin değil, bunlar arasında denetimi, işbirliğini ve dengeyi sağlayacak araç ve mekanizmaların bulunması gerekir. Bu bakımdan teklif, parlamenter sistemi kaldırıyor ancak çoğulcu demokratik bir rejimde işleyebilecek bir başkanlık sistemini de getirmiyor [İbrahim Kaboğlu, “Parlamentarizm Kalkıyor ama Başkanlık Gelmiyor” Birgün, 22.12.2016]. Teklifin bu haliyle “Türk tipi başkanlık”, “cumhurbaşkanlığı sistemi” ya da “Türkiye’ye özgü bir hükümet sistemi” olduğunu iddia etmek de gerçeklikle bağdaşmıyor. Geniş yetkilerin tek kişiden oluşan ve siyasal ve cezai olarak neredeyse mutlak biçimde sorumsuz tutulan yürütme organında toplandığı, yasama ve yargı organlarının aşırı zayıflatıldığı bir hükümet sistemine dayanan bir rejim, adı ne konmuş olursa olsun, tarihin her döneminde görülen ve siyaset biliminde diktatörlük olarak tanımlanan rejimlerinden biri olacaktır. Söz konusu teklifin yasalaşması, Türkiye’nin 19. yüzyıldan bu yana biriktirdiği demokratik ve anayasal kazanımlarından vazgeçmesi anlamına gelecektir.
Kaynakça
Victor Araujo, Thiago Silva, and Marcelo Vieira (2016), “Measuring Presidential Dominance over Cabinets in Presidential Systems: Constitutional Disgn and Power Sharing”, Brazilian Political Science Review, Vol. 10, No.2.
Jose Carlos Chrinos Martinez, Jacqueline Rivas Gomez (2015), El control politico en America Latina, Centro de capacitacion y estudios parlamentarios, Lima.
Elecciones presidenciales y legislativas en 18 paises de America Latina (2011) Instituto Federal Electoral, Mexico.
Alberto Escamilla Cadena, Ramiro Sánchez Gayosso (2015), “Las facultades constitucionales del Ejecutivo en América Latina: entre la concentración y la dispersión de poder”, Estudios Políticos núm. 37.
Cem Eroğul (2010), Çağdaş Devlet Düzenleri, Gözden Geçirilmiş 7. Bası, İmaj, Ankara.
Selin Esen (2008), Karşılaştırmalı Hukukta ve Türkiye’de Olağanüstü Hal Rejimi, Adalet, Ankara.
D. Ferreira Rubio y M. Goretti (1994), “El Gobierno por decreto en Argentina (1983-1993), El Derecho, Ano XXXII No. 8525.
Mercedes Garcia Montero (2008), Instituciones y actividad legislativa en América Latina, Documentos CIDOB, Barcelona, 2008.
Jorge Gonzalez Chavez (2002), El Sistema Presidencial en cinco paises de America, Camara de Diputados, Mexico.
Kemal Gözler (2016), “Elveda Kuvvetler Ayrılığı, Elveda Anayasa”, http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-v2.htm
Kemal Gözler (2015), Türk Anayasa Hukuku, Gözden Geçirilmiş 18. Baskı, Ekin, Bursa.
Javier Hurtado (2012), Gobiernos y Democracia, Instituto Federal Electoral, Mexico.
İbrahim Kaboğlu, “Parlamentarizm Kalkıyor ama Başkanlık Gelmiyor” Birgün, 22.12.2016
Thomas Kestler, Juan Bautista Lucca and Silvana Krause (2016), “Breake-in Parties and Changing Patterns of Democracy in Latin America”, Brazilian Political Science Review, Vol. 10 No.1.
Ergun Özbudun (2014), Türk Anayasa Hukuku, Gözden Geçirilmiş 15. Baskı, Yetkin.
Matthew Soberg Shugart y Scott Mainwaring (2002), Presidencialismo y democracia en América Latina, Editorial Paidós, Arjantin.
Bülent Tanör ve Necmi Yüzbaşıoğlu (2011), 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, 10. Bası, Beta, İstanbul.