Ergin Cinmen, 12 Eylül’den beri Türkiye’de mesleğini icra etmeye çalışan bir avukat. Cinmen darbe döneminde bile hak ihlallerinin bu denli yoğun yaşanmadığını söylüyor
Ergin Cinmen, 12 Eylül’den beri Türkiye’de mesleğini icra etmeye çalışan bir avukat. Cinmen darbe döneminde bile hak ihlallerinin bu denli yoğun yaşanmadığını söylüyor
Avukat Ergin Cinmen Türkiye’de “Sürekli aydınlık için 1 dakika karanlık” eyleminin sözcüsü olarak tanınmıştı. 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta gerçekleşen trafik kazası sonucu devlet-polis-mafya ilişkisi ortaya çıkmış, kazanın ardından kamuoyu bu üçgende yasadışı ilişkilerin ortaya çıkmasını talep etmişlerdi. Cinmen ve Sürekli Aydınlık için Yurttaş Girişimi öncülüğünde, “Sürekli aydınlık için 1 dakika karanlık” ismiyle 1 Şubat 1997’de başlayan eylemler, mafya ile ilişkisi olan milletvekilleri yargı önüne çıkana kadar tüm yurttaşları her akşam saat 21:00’da evlerindeki ışıkları bir dakikalığına kapatmaya çağırıyordu. 28 Şubat’ta iktidardaki koalisyon hükümetinin düşmesinden sonra eylemler de sona erdi.
Cirmen, bu sivil itaatsizlik eylemleri ile ön plana çıksa da onun öncesinde 12 Eylül 1980 darbesinin başından sonuna kadar avukatlık mesleğini yapmıştı. 1 yıl süreyle de Taraf gazetesinin avukatlığını yaptı. Şu anda ise “PKK/KCK, FETÖ/PDY ve DHKP/C’ye müzahir oldukları” suçlamalarıyla tutuklu olan Cumhuriyet Gazetesi avukatları Akın Atalay, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör ile “darbeye teşebbüs”, “terör örgütü üyesi olmak” suçlamalarıyla tutuklu olan gazeteci Mehmet Altan’ın avukatlığını yapıyor.
Türkiye’de halkın adalete erişimini engelleyen en büyük faktör savunma mesleğine yönelik baskılar. Savunma üzerindeki baskı ve ihlalleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Vatandaşı yargıya ulaşması Türkiye’de her zaman için sorunluydu. Bu dönem sorunlar katlanarak arttı. Duruşmada avukatlara fiili baskı, zorla duruşmadan atma… Hakimin emriyle oluyor bu tabii.
Üç meslektaşımız tutuklu. Onlarla ilgili her perşembe Çağlayan Adliyesi’nde bir adalet nöbetimiz var. Birinci gününde yine polis saldırdı, bir avukat arkadaşımızın ayağı kırıldı. Fiili saldırılar ve hak ihlalleri arttıkça, kalınlaşıp kabalaştıkça bunlar da artıyor. Siz de savunma olarak buna karşı geliyorsunuz ve karşı geldikçe daha fazla bir karşı taraftan etki görüyorsunuz.
İşin ikinci yanı ise çok daha derinlerde ve yapısal. Vatandaşın yargıya ulaşabilmesi için bugünün özel sorunları bir de kangrenleşmiş Türkiye’deki sorunlar var. Kangrenleşmiş sorunların başında eğer suçtan zarar görüyorsanız, karşı tarafta polisse veya iktidarın koruyup kolladığı bir kamu görevliyse savcılık, sizin şikayetiniz üzerine etkin bir soruşturma çoğunlukla yapmıyor. Çoğunlukla uzuyor ve cezasızlıkla sonuçlanıyor. Bunları görmek için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına bakmak yeter.
Eğer siz bir kamu görevlisinden şikayetçiyseniz, kötü bir muameleye uğramışsanız yani sanık konumundaysanız bu sefer de kötü muamele var.
Uzun süren yargılamaların en önemli sebebi yargıç ve savcı açığı. Özellikle bu sürecin içerisinde toplam dört bin yargıç ve savcı görevden uzaklaştırıldı ve inanılmaz bir boşluk yaşanıyor. Bu da adalete erişimi engelliyor.
Bir diğer husus da insanların bedava savunmadan yararlanma hakkı. Yani hakkını aramak için avukata para ödüyor tabii ki ama ödeyebilen var ödeyemeyen var. Bütün uygarlıklarda bu konuda adli yardım meselesi oluşmuştur, Türkiye’de de var. Fakat son derece yetersiz çünkü eninde sonunda savunma görevi yapmak için belli bir vekalet ücreti alacaksınız. Bu Türkiye’de son derece az. Barolar bu ücreti ödüyor ve bu ücret oldukça sınırlı. Dolayısıyla mecburi müdafilik kavramı Türkiye’de yeterince adaleti sağlayamıyor.
Bugünün diğer önemli bir sorunu Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile getirilen mağduriyetlere karşı başvuru yolunun tıkalı olması. Akademisyenler, öğretmenler, farklı kamu görevlileri KHK’lar ile hiçbir neden belirtilmeksizin görevlerinden atıldı. Buna ilişkin idare, özellikle Avrupa’dan gelen baskılar sonucu bir komisyon kurulacağı ve bu komisyonun bunları değerlendireceği, oradan çıkacak kararla kişilerin idari yargıya başvurulabileceği bir düzenleme getirdi. Dört ay önceki KHK ile geldi bu düzenleme ancak komisyon hala kurulmuş değil. İnsanlar hiçbir şey yapamıyor.* Danıştay başkanı, Kanun Hükmünde Kararnamelerin hukuk devletine son derecede uyarlı olduğunu söyledi bir açıklamasında. Yani oraya başvursanız, oradan da sonuç alamayacaksınız.
Sulh ceza hakimliklerinin özellikle 15 Temmuz’dan sonra önüne eğer savcılık tarafından tutuklama istemiyle bir siyasi dava geliyorsa, sanıkların hepsini mutlaka tutukluyor. Yine her ay tutukluluğun incelenmesi gibi yasal bir hak var. Hepsinde de savcının isteği halinde karar veriliyor. Savcı tahliye demişse tahliye veriliyor.
Dünün kangrenleşmiş yapısal sorunlarına bugünün sorunları da eklendi. Dolayısıyla Türkiye’de adalete ulaşma olanağımız son derece kısıtlı hale geldi.
Bugünün sorunları ve dünden gelen yapısal sorunlar savunmaya nasıl yansıyor?
Rejim otoriter olduğunda bununla orantılı olarak savunma hep irtifa kaybeder, etkisiz hale gelir. Avukatlık hukuk devletlerinde söz konusudur. Bir baskı rejimi altındaysanız avukatlık yapmanız çok zordur. Çünkü karşınızda bir devlet vardır, devlet hukukla kendisini bağlı görmemektedir. Sizin göreviniz de avukat olarak hukuk kurallarının işletilmeye çalışmaktır ama yukarıda hukuk kurallarını işletilmemesine karar vermişse siyasi iktidar, yapacağınız son derece kısıtlı. Avukatın bu aşamadaki görevlerinden en önemlisi başımıza gelen bu hukuki sorunlarla ilgili olabildiğince kamuoyu yaratmaktır. Çünkü ben cezaevine görüşe gittiğimde avukatlıktan daha fazla terapi yapıyorum müvekkilime. Şu anda hukuki bir yardımda bulunmak son derece güç.
12 Eylül’de de avukatlık yaptım. Ama savunmanın bu derecede etkisiz bir halde olduğuna pek rastlamadım. Bunun en büyük sebeplerinden biri siyasi iktidarsa ikincisi barolardır. Avukatların örgütü olan barolar son derece etkisiz, hiçbir şekilde itiraz etmeyen yapılar halinde duruyor. Varlık nedenlerini kaybettiler. Bu süreçte barolar tarihe kara bir leke olarak geçecek.
12 Eylül’de baroları kapattılar. İstanbul barosu başkanı Orhan Apaydın’ı alıp direk hapse koydular. Şimdi barolar açık ve kimse elini tutmuyor. Perşembe günü yaptığımız adalet nöbetlerine barodan bir kez bile baro başkanı gelip bakmadı, ne yapıyorsunuz diye sormadı.
Çok ciddi ihlaller yaşanıyor şu anda. HSYK, bir davada tahliye kararı verdiği için 25. Ağır Ceza Mahkemesi heyetini görevden aldı. Bunlar vahim şeylerdir ve barodan ses çıkmadı. Medyanın da sesi kısılmış durumda.
Savunma üzerinde çok ciddi bir baskıdan söz ediyoruz. Bu baskı karşısında baro ne kadar etkili olabilir?
Önce bir açıklama yapıp şu anda adaletsiz davranıldığı ve hukuk devletinin bütün parametrelerinin ortadan kaldırıldığı yönünde bir sözlü itirazda bulunsun. Biz müvekkilimle Silivri’de görüşürken yanımızda bir gardiyan duruyor. O da yetmiyor sesimiz ve görüntümüz alınıyor. Bütün bu uygulamalar AİHM’ye taşındı aslında ve Türkiye’yi inanılmaz ihlal cezaları yiyecektir. Zaten denetim altına alındı ve böylece ikinci kez denetim altına alınan bir ülke haline geldi.
Hükümet yetkilileri ve cumhurbaşkanı Avrupa’nın söylediklerini dikkate almadıklarını beyan ediyorlar. Bu noktada Avrupa’nın uyarılarının hükmü var mı?
Türkiye çok ağır bir baskı döneminden geçiyor bir kere bunu koymak lazım. Savunma yok sayılıyor, medya ciddi bir otosansür halinde, insanların olan bitenden haberi yok. Savunma ağır saldırılara uğrarken buna oranla barolar son derecede sessiz, itirazları bile yok. Dolayısıyla toplum da bu yargının üzerindeki karabasanı bilmiyor aslında. Bunun topluma olumsuz getirisi çok fazla olacak. Çünkü demokrasisi işlemeyen, hukuk devletinin kalkmış olduğu bir yerde ekonomi de kötüye gidecektir. Böyle bir yerde yatırım da yapılmaz, istihdam olmaz. Bunların büyük zararları şu an çekilmiyor ama eğer sürdürülebilirliği zor olan bu süreç sürdürülebilirse çok ciddi ekonomik sorunların da altına girilecektir diye düşünüyorum.
15 Temmuz sonrasında avukatlar bile “FETÖ terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla yargılanan kişilerin müdafiliğini yapmaktan çekiniyorlardı. Aynı suçlamayla yargılanan Mehmet Altan’ın avukatlığını yapıyorsunuz. Mahkemede size nasıl bir muamele gözetiliyor?
Bunlar çok bireysel olaylar ve bir yargıç bana kötü davranamaz. Ben 35 yıllık avukatım ve kendime bir şekilde davrandırtmam. Bunu anlatmak mümkün değil çünkü bir yargılama psikolojisi vardır, onu kullanırsınız. Ama tabii ki herkes kıdem itibariyle bu deneyime sahip olmayabilir. Arkadaşlarımızın başına iyi şeyler gelmiyor, duruşmalardan atılabiliyorlar. Atılabilir, o yargıç kendini bilmeyebilir. Önemli olan bunu yapan yargıcın, o meslektaşın üyesi olduğu baronun bunun hesabını soracağını bilmesi, gerekir. Eğer baro sessizse o davada her şey yapılabilir. Bizim tek örgütümüz barodur ve çok ciddi bir ekonomik güce de sahiptir. Avrupa’nın da en kalabalık barolarından bir tanesi. Büyük demiyorum kalabalık diyorum çünkü hiçbir büyüklük göstermedi şimdiye kadar. Var olan bu kalabalık hiçbir zaman güç haline dönüştürülmedi. Oraya bunu yapacak insanlar aday olur, onlar seçilir. Ama şu anda ciddi bir sessizlik yaşanıyor baro tarafında.
Kişisel bir konudur ama baronun da böylesi hakimlerin karşısında caydırıcı bir gücü olmalıdır.
Müvekkilinizin statüsü, yargılandığı davanın hangi suç kapsamında olduğu gibi etkenler duruşmalara nasıl yansıyor?
Türkiye’de yargı kırılgandır, kamuoyundan çok etkilenir. Bağımsız olmadığı için siyasi iktidardan da çok etkilenir. O yüzden asıl sorunlarımız buradan kaynaklanıyor. Tahliye kararı veren 25. Ağır Ceza Mahkemesi heyetini Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) açığa aldı. HSYK’nın görevden alma gerekçesi, mahkemenin verdiği kararın toplumda infial yaratmış olmasıydı. Tabi böylesi bir şey söz konusu değildi. Daha sonra yapılan açıklamalarda gördük ki iktidarın trolleri tarafından bir örgütlenme meydana getiriliyor ve bundan HSYK etkileniyor. Yani şu anda siyasi iktidarın ve siyasi gücü de olan gazetecilerin etkisiyle bir mahkeme görevde dahi alınabiliyor.
Keza Cumhuriyet gazetesi tutuklamaları da… Bunlar da yargıya yön veren, baskı altına alan, siyasi iktidarın da dışında örgütlenmiş trol diye tabir ettiğimiz yapılar. Şu an bana göre, yargının üzerinde gerçek hakim olan yapı budur.
Susurluk kazası döneminde başlatılan eylemlerin sözcüsüydünüz. Türkiye’de “Derin devlet” söylemini ilk defa duyduğumuz olaydı. FETÖ ile bu “derin devlet” arasında bağ kurulabilir mi?
Bu 1965’lerden beri Fettullah Gülen’in yürütmüş olduğu bir yapı. Recep Tayyip Erdoğan’ın da söylediği gibi, 2002 yılından itibaren devlete AKP tarafından pompalanan bir yapı aynı zamanda. Bu derin devletin, devletin, devletin derinliğinin, askerin, askeri istihbaratın, onun derinliğinin her tarafına bulaşmış bir virüs. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın, Genelkurmay istihbaratının burnunun dibinde bu ortaya çıktı. Deniliyor ya FETÖ devlete sızmış durumda değil devlet FETÖ’ye sızmış durumda. Bu derece iç içe girmiş habis bir ur bu. Yani bu bildiğimiz derin devlet değil, devletin bizatihi kendisi haline gelmiş. Bugün ByLock’un iki yüz elli bin kişi tarafından kullanıldığı ve orada hala yüzde seksen civarında FETÖCÜ’nün olduğu söyleniyor. Hala buna rağbet var.
Eğitim, yardımlaşma gibi argümanları din temelinde alıp 2002’ye kadar ve tamamen AKP’nin üzerinde örgütlendiği bir zemin haline de kendisini getirdikten sonra bunları yaşadık ve hala da yaşıyoruz. Türkiye büyük bir badireden şimdilik kaydıyla döndü. Ama dönerken de kendi demokrasisini, hukuk devletini yıka yıka bu işin içinden çıkmaya çalışıyor. Çıkabilecek mi o da belli değil. Dolayısıyla bunun bildiğimiz Türkiye’nin aşina olduğu klasik derin devlet yapısıyla bir benzerliği şu aşamada söz konusu değil.
AKP iktidarı döneminde Roboski gibi Hrant Dink cinayeti gibi kayıplar yaşandı. 15 Temmuz’dan sonra bütün bunları “FETÖ terör örgütünün” yaptığı söyleniyor. Hukuk devleti olmanın işlevi burada nedir?
Hrant Dink için milli mutabakata cinayeti diye bir şey söylendi. Gerçekten de devletin bütün kademeleri FETÖCÜ olsun, AKP’den olsun veyahut da eski ‘otoriter yan’ Kemalist yapıdan olsun hepsinin parmağı vardı orada. Ama şimdi daha çok FETÖ’nün üzerine yıkılmaya çalışılıyor. Yani hukuk hep araçsallaştırıldı bugüne kadar. Bugün de buna devam ediliyor. Hukuku kendi siyasi emellerine her iktidar alet etmiştir, hep onu kullanmıştır. Ama hukuk böyle oldukça bu ülkenin demokratikleşmesi ve zenginleşmesi mümkün değildir. Onun için Türkiye bütün ekonomik kuruluşlardan eksi almaya devam ediyor. Böyle giderse de fakirleşecektir.
Zaten şu anda başkanlık sistemine geçildi. Tek adam diktasına, o adam neyi buyurursa ona göre gideceğiz.
Müvekkiliniz Mehmet Altan’a hangi gerekçeye dayanılarak “terör örgütü üyeliği” suçlamasında bulunuluyor?
Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak 14 Temmuz’da, darbeden bir gün önce, Can Erzincan diye internet üzerinden yayın yapan bir kanalda yaptıkları programda konuşuyorlar. Savcı buradaki cümlelerden, kullandıkları kelimelerden bir gün sonra yapılacak darbeyi bildiklerini çıkarmış. Soruşturma bununla başladı, arkasından da, özellikle Mehmet Altan’la ilgili, ‘sen bu hükümete muhalefet ediyorsun o zaman sen FETÖCÜsün’ diye bir suçlamada bulundular. Tamamen yıldırma harekatı, bu suçlamalardan mahkum olunamaz.
Gizlilik kararları size nasıl yansıyor?
Dava açılıncaya kadar kişinin on tane de avukatı olsa hakkınızda neler yazıldığını bilmiyorsunuz. Ancak dava açıldıktan sonra görebiliyoruz. Dolayısıyla bu sürecin içerisinde savunma hakkımız sıfırlanıyor, hiçbir işe yaramıyor. Onun için müvekkille psikanaliz gibi bir şey yapıyoruz, hukuki bir yardımımız olamıyor çünkü dosyayı göremiyoruz.
Halkın adalete erişim hakkının engellendiği bir ülkede adil yargılanma hakkından söz edebilir miyiz?
Türkiye’de şu anda adil yargılanma hakkı yok. Zaten onun için Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından denetim altına alındı. Bütün bu davalar nedeniyle, savunma hakkının olmaması nedeniyle oldu bu. Çünkü dışarıya yansıtılan bir Olağanüstü Hal hali yok. Ama mantıkta Olağanüstü Hal var. Böyle gizli kapaklı yargılamalarda, sekiz ay ne olduğunu bilmeden tutuklu olarak bulunuyorsanız tabii ki yargınız sınıfta kalıyor.
Yarın: Av. Şule Recepoğlu
Avukatlar Savunma Hakkı İhlallerini Anlattı – Tansu Pişkin
Av. Suat Eren ile röportaj – “Tıpış Tıpış Çıkmayacağımı Söyledim, Omuzlarında Taşıdılar”
* OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu, OHAL kapsamında çıkarılan 23 Ocak 2017 tarihli 685 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kuruldu. Komisyonu’nun başkan ve üyeleri 17 mayıs 2017’de belirlendi.
* Manşet fotoğrafı: Ergin Cinmen, Ayşe Nur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülleri’ne layık görülen müvekkili Mehmet Altan adına ödülü alırken. Fotoğraf: Tansu Pişkin.